Gustave Le Bon, kitleler psikolojisinde: “Ne kadar yansız olduğu sanılırsa sanılsın, kitleler çoğu zaman telkine hazır bir dikkat ve bekleme durumu içerisinde bulunurlar. İlk yapılan telkin derhal sirayet yoluyla bütün zihinlere kendisini kabul ettirir ve hemen yönünü belirler. Telkin olunan kimselerde sabit fikir fiil haline gelmeye hazırdır”der.
6-8 ekim bölge tarihi için bir değişim noktası olduğu kadar bölge halkı açısından da adeta büyük bir fay hattının kırılmaya başladığı zamandır. Yasin suresinde Habib-i Neccar'ın; “Keşke kavmim bilseydi” diye dikkat çektiği husus, kavminin bilgisizliğinin yönüne işaret etmektedir. Kavim putperest propagandacıların, inkârcı analistlerin, şeytani siyasetçilerin telkinlerini zihinlerinde sabit bir fikir haline getirdikleri için sözde bir bilgiye dayanmanın güveni ile; “Doğrusu siz bize uğursuz geldiniz. Eğer bu işten vazgeçmezseniz, andolsun sizi taşlarız. Ve bizden size mutlaka fena bir kötülük dokunur, dediler.”(Yasin18)
Tıpkı yakın geçmişteki batılı laiklerin dedikleri gibi: “Hocaların, tarikatlerin ve sofilerin yüzünden geri kaldık, bunların yobazlığı bizi Avrupa'nın çağdaş seviyesinin çok gerisine düşürdü. Şu gerici örümcek kafalılar olmasaydı çocuklarımız bir İngiliz gibi doğru dürüst bale ve dans öğrenecekler, bir Hollandalı gibi karşı cinsle daha hızlı kaynaşacaklardı.”
Aynısı otuz yıldır Diyarbakır'da, Batman'da Mardin'de söyleniyor: “Şu sofikler olmasaydı, serokumuzun önderliğinde devletimizi kurmuştuk, topluma devrimci ve yurtsever bir kimlik kazandırmıştık. Onları modern, çağdaş ve aydın bir kafa yapısına kavuşturmuştuk. Halkı her türlü geri fikirlerden, “gökten indiği iddia edilen doğmalardan”-(K. Atatürk) kurtarıyorduk ki, işte bunların uğursuzluğu bize engel oldu.”
Uğursuzluk denilen şey, kitleler için tamamen uydurma kuruntularla örülen bir takım soyut kuklalardır ki, mezkûr yazar, yukardaki tespitinin devamında şunu kaydeder: “Kollektif gözlemler gözlemlerin en fazla yanlış olanıdır ve çoğu defa bir bireyin sadece vehim ve hayalinden başka bir şey değildir.”
Bugün, üreyerek çoğalan bakteri ya da virüslerin, hedef bölgeye saçılmasının ardından yerel halka bulaşıp kişiden kişiye salgınla yayılarak insanların ölümüne neden olan biyolojik silahları bilmeyen yoktur. ABD'nin Kızılderililere çiçek virüslü battaniyeler göndererek yaptığı katliam, bunun basit örneklerinden biridir. Atom bombasından milyonlarca kat daha fazla insanı öldürmesi nedeniyle birkaç ülke dışında şu anda bu konu pek gündemde yoktur.
Ancak daha etkili bir silah çoktan modernize edilip istenilen yerde kullanılmakta ve ciddi sonuçlar alınmaktadır. Bu silahın adı kimine göre propaganda, kimine göre algıdır. Şüphe ile bulaştırılan bu virüs, bir takım yalan kuruntularla ilk belirtilerini göstermekte, ardından da yerleştiği bünyeyi kendi lejyoneri yapmaktadır.
Kur'an ve Hadis kaynaklı olmayan bilgi yığınları, eğer imanın hakim olmadığı toplumların kendilerini ispatlama aracı olmuşsa, her bir ilim, bahsettiğimiz virüs için hazır malzeme olacaktır. Burada matematik, fizik gibi ilimleri bile istisna etmiyoruz. Mustafa Kemal'in laik rejimi, antropoloji ile izah etmeye kalkıp kafatası ölçümü yapması ile bugün Kürdistan'a getirmekten bahsettikleri barış veya özerklik için ekolojiden dem vuranların usulü çok farklı değildir.
6-8 Ekim'de sokağa saldıkları çetebaşlarına, toplum içinde hangi söylentileri yayacaklarını da öğrettikleri herkesin malumudur. Tıpkı seçim mitinglerinde, nerede, ne zaman hangi cümleyi konuşması gerektiğini öğrettikleri gibi: “Önce din dersine, diyanete yükleneceksin, herkes seni eleştirip gündeme çekecek, sonra çıtayı yükseltip LGBT'ye destek filan diyecek ve iyiden iyiye milletin dilinde olacaksın, ardından da inanç özgürlüğü isteyecek bir takım ortak mağduriyetleri dillendireceksin ama tabi ki, zamanlamaya dikkat ederek.
Onların bütün bu virüslerine karşı ilaç ve saldırılarına karşı kale, Kur'andır.
“Öyleyse inkârcılara boyun eğme ve onlara karşı bu Kur'an'la büyük bir cihad ver.”(Furkan 52)