Küçük insanın en büyük sorunu büyük ve organize güçlerin yol açtığı adaletsizliklere karşı kendini savunmasız görmesidir. Devletlerin birinci görevi adaleti tesis etmek iken, ulus yapıları onları ulusal çıkara dayalı iç ve dış politikalar takip etmeye yönelttiğinden kendileri adaletsiz, vicdansız oluyorlar. Zaten gayrı şahsi olan bir aygıt olan devletin vicdanı olmaz, vicdan insanın kalbi, iç dünyası yani zamiriyle ilgilidir. Fakat devletlerin zararı kendileriyle sınırlı değil, politik yapılarının ürettiği kültür yurttaşlara vicdansızlığı empoze eder.
Böylesine zamanlarda vicdansızlığın somutlaşmış cismi olan büyük güçlere karşı vicdanı harekete geçirenler zafer kazanır. Bir zamanlar Roma dünyanın en büyük imparatorluğuydu. Hiçbir devlet kendi başına ona karşı ayakta kalamıyordu. Zaman içinde sömürülenler, baskı altında yaşayanlar, zulüm görenler o kadar fazla çoğaldı ki, günün birinde bir araya gelen bu enerji Roma’yı yaktı. Roma’nın önüne geçen vicdandır. O günün vicdanını temsil eden kilise, 300 senedir kendilerini, Hıristiyanları ezen Roma’ya karşı ayaklandı. Hıristiyanlar vicdanı öne çıkarıyorlardı. Bugün de anti küresel hareketler protestolarını vicdana refere ediyorlar. “Sloganları adalet yoksa barış da yok!” Beşeri ve evrensel bir vicdan hareketi başlatmak gerekiyor. Fakat bu, liberal iktisat ve siyaseti teyid ederek giderek vahşileşen piyasa kapitalizminin korucu kanatları, paradigması altında olarak değil, ona meydan okuyarak olabilir. Bu da ancak dindarların yapabileceği bir şeydir.
Yazık ki mağduriyeti gidermek üzere siyasi mücadeleye katılan dindarlar iktidara ulaştıktan sonra –ki artık heryerde ulaşabiliyorlar- vicdanlarını unutuyorlar. Çünkü işlettikleri aygıtın, iktidarın kendisi vicdansızdır, dindarlar ava giderken avlanıyorlar, hazineyi koruyan ejderhayı öldürürlerken kendileri ejderhalaşıyorlar. Bir Müslümanın başına gelebilecek en büyük felaket dini ile vicdanının arasını ayırmasıdır. Vicdanı dinden koparan ise adaletsizlikten başkası değildir.
Eski İslamcılar vicdandan ve dinden Batı’nın tanımladığı “din ve vicdan özgürlüğü”nü anlıyorlar. Özellikle son senelerde dini vicdana indirgediler, böylece sisteme dahil olup onun ahlaki olmayan imkânlarını, başkaları aleyhinde işleyen avantajlarını kabullenip içselleştirdiler. İktidarın kendisini sorgulamadan ondan istifa etmeye başladılar, diğerlerine benzediler. Müslümanların bu anlamda diğerlerinden bir farkı kalmadı. Dindarlar eğer vicdanlı hareket etselerdi sistemin içinde bir dönüşüm olacaktı. Onlar sistemi dönüştürüp değiştireceklerine sistem onları kendi içine dahil etti. Dolayısıyla dindarlar adil olmayan bir bölüşümün tarafına geçmiş oldular. Kolayca millileştiler. Rekabette avantajlılar tarafına geçtiler; yoksulları ve ezilenleri unuttular. Bundan en büyük zararı din gördü.
Fakat ilahi sünnet şu ki, zulüm payidar olmaz, kim zulme katılırsa onun ateşi kendisine dokunur. Eski İslamcılar en başta kendi nefislerine zulmediyorlar. Toplumdan, toplumun can yakıcı gerçeklerinden kaçıyorlar, sorunu görmek istemiyorlar. Kendileri refah içinde oldukları için herkesin refah içinde yaşadığını zannediyorlar.
Liberal kapitalizmin ideolojisi olan “sınırsız iktisadi büyüme”nin dindarlarca sahiplenilmesi bir başka büyük felaket. Bu ideoloji iki şeyi tahrik ederek ayakta durabilir. Büyüme demek iktisadi bakımdan hacimsel olarak büyümektir. Büyüdükçe büyüklenir, kibirlenirsiniz. Allah en sevmediği, Şeytan’ın hasleti olan kibir size mikrop gibi bulaşır. Daha çok enerji, kağıt, elektrik üretimidir ve bunu sayısal olarak ölçmektir. Bu büyüme insanda iştahın ve şehvetin yerine geçerek kendine bir yer edinebiliyor. İştah ve şehvet bedenin haz alması için mideyi ve bedeni harekete geçiriyor. Bütün bir sistem bunların üzerine kuruludur. Ancak iştah ve şehvette aşırı uyarılma maksadı tersine çevirir. Eşcinsellikler, kadından uzaklaşmalar ortaya çıkar. Bu sefer de daha çok iştah ve daha çok şehvetle bu hazzı elde etmeye çalışırlar. İştah ve şehvetin normal seviye ve şiddeti dışında alınması durumunda haz ve hızı artırır. Bu ise insanın manevi olarak ölmesi demektir. Buna bedenin ruhun önüne geçmesi diyebiliriz. Modernite bedeni hızlandırıyor. Beden yoruluyor, ruh çok gerilerde kalıyor. Ruh ve beden birbirinden kopuyor.
Vicdanın kökeni nefai ruhtur. Allahın ademi yarattıktan sonra ona ruhundan üflemesidir. Menşei ilahi olan ruhun türevleri vicdan, kalp, heyecan, tahayyül, nefis, akıl, düşünme, yardım vs. Bunların hepsi ruhun türevleridir. Bedeni hızlandırıp ruhu geri bırakırsanız ruh fonksiyonunu görmez, Allah’ın rahmeti ve bağışları iç dünyamızda tecelli etmez. Ruh ölmez, fonksiyon görmediğinde beden ölür, beden organizmadır. Bugün ölümüne tanık olduğumuz organizma modern psikolojinin tanımladığı insandır. Ruhsuz bir organizmanın öldüğünü vicdansızlığından anlıyoruz.