Ortadoğu, son yüzyıldır kendi sorunlarıyla baş etmeye çalışıyor. Emperyalistler, dün yazdıklarını farklı tarz ve tecrübelerle okurken; bölgenin devletleri, dün başkasının yazdığı yanlışlar üzerinden doğruyu bulmaya çalışıyor.
Batı'nın üstün gücünün razı olduğu “Kurtuluş savaşları” sonucunda şekillenen rejim ve iktidarlar, planlı bırakılmış sorunları yok sayarak veya bunları öteleyerek çözüme ulaşmayı düşünüyor. Emperyalist Batı ise önceden bıraktığı çözümsüzlükler üzerinden aynı yola, farklı tecrübe ve araçlarla devam ediyor.
Doğu; İran, Türkiye, Suudi gibi bölge ülkeleridir. Batı ise AB, ABD, Rusya ve bunlara ait istihbaratlar ve yine bunların kontrolünde olan küresel kurum ve kuruluşlardır.
Var olan mevcut kriz ve çatışmaların mucidi olan Batı cephesi; “dün bıraktıkları yaraları” kaşıyor, yine kendi bıraktıkları mağduriyetlere sözde sahip çıkmaya çalışıyor, kendince haklı ve haksızı, suçlu ile suçsuzu belirleyip mazlumu kurtarmaya(!), ürettiği zalimi de cezalandırmaya(!) çalışıyor.
Bu “ceza ve ödül” senaryosunu gözlerimizin önünde, sahnede defaaten uyguladı. Dün Halepçe ve Kuveyt işgali üzerinden Saddam'a; Kürt ve Kürdistan üzerinden, burayı çevreleyen dört ülkeye ve dolayısıyla da Kürtlere uyguladı, uyguluyor. Emperyalistler; hemen her devlet ve rejime uyguladıkları bu metotla, durumdan vazife çıkarmayı, kaynaklarımızı sömürmeyi pekala başarıyor.
Ortadoğu'daki sorunların yerli cephesi, Batı'ya göre amatör çözümler üretmektedir. Bu sorunlar, kısa vadede çözüleceğe de benzemiyor. Çözüm diye uygulanan her şey, adeta yeni problemlerin kaynağını oluşturuyor.
Acı bir gerçektir; Batı ülkelerinde, bir sorun olmaktan çoktan çıkmış olan “ırk, kendi halkına ve inancına göre milli olma” gibi gerçekler, bizde can yakmaya, acılar oluşturmaya devam ediyor. Küçücük bir İsviçre'de dört tane resmi dil ve bölge, barış ve istikrarı bulmuş, dünya sermayesini de kendine çekerken; Ortadoğu'da aynı durum, korku ve endişe üretmenin ötesine geçememiş, geçeceğe de benzemiyor.
Yakın geçmişte; Barzani'nin “çocukluk hayalim” dediği gerçeğin, aslında her ırkın hatta Kürtlerin de bir “hayali” olduğu bir vakıa iken; Barzani'nin şahsında, 40 milyonluk bir halkın gururunun nasıl rencide edildiğini gördük. Koca liderlerin, ulemanın(!), yazarçizerlerin, nasıl agresifleştiklerini, cezaya soyunduklarını; mazi'deki Halepçecileri hatırlattıklarını ibretle, hayretle izledik.
Hal böyle iken uygulanan her çözüm, problemi çözmüyor, acıyı dindirmiyor aksine yarınlara yeni çözümsüzlükler, acılar bırakıyor.
Bize göre; Irak anayasasında tanınmış bir Kürdistan'ın istikrarı ve kendini bulması; sair devletlerdeki müştereklerinde ayrılmaya değil; istikrara, beraberliğe ve sükunete vesile olacaktı. Çünkü bağımsız bir Kürdistan'ın; “mutlak bir bağımlılığa, işbirliğine, hukuka bağlı kalmaya mecbur olduğu..” da görülecekti. Adalet sistemini kemale erdirmiş, müreffeh her ülkenin; sair Kürtler için bir cazibe merkezi olacağı bir gerçek iken; gereksiz korkularla işi, cezalandırmanın ve Batılı istihbaratların kullanımlarına bırakmanın bir anlamı da yoktu deriz.
Çoğu ülkenin varlık sebebi Batı olduğu için, milli olamama, halkına rağmen var olma da ciddi bir sorundur. Birçok ülkede var olan ve çatışmaların ana dinamiğini oluşturan “devlet dışı aktörler” denilen militarist oluşumların beslendiği önemli bir kaynak da bu açıklardır. Hukuksuzluk ve bir türlü yüzleşemediğimiz sorunlar durdukça devlet dışı aktörler var olacak, devlet dışı aktörler de var oldukça, Batılı devletler, haremimizde belirleyici rol oynamaya devam edecektir.
Bölgemize tarafsız bir nazarla baktığımızda; korkularıyla yüzleşemeyen bölge ülkelerinin, ırk ve mezhep üzerinden çözümler üreterek kıt kaynaklarına sahip çıkmayı düşündüklerini demek mümkün. Orantısız güç ve tecrübeye, enstrümanlara sahip Batılıların da kıt kaynaklarımızı sömürmek için bu zaaflarımızdan rahatlıkla faydalanacakları da açıktır.
Batının nazarında; Müslüman her ülke; kendilerine terk edilmeyecek kadar önemli zenginliklere sahiptir.
Görülüyor ki; hiçbir Müslüman ülkenin savaşması veya barışması kendi elinde değildir. Haçlı Batı; istediği anda Türkiye'yi Ege adalarında, Suriye'de; Irak'ta savaşa sokabilir. İstediği anda uzlaştığımız İran'la, Ermenistan'la da savaştırabilir.
Suudi ailesini; istediği anda Lübnan'da ve diğer komşularıyla savaştırabilir. Nasıl olsa; beyin yok, akıl yok, adalet de yok; keyif de bu tür adamlarda ama “çiğnedikleri adalet ve hakikatleri arar hale gelecekleri hal ve zamana kadar!”
Aynı Batı; savaştırdığı bu ülkelerde; heykeli dikilecek bir “Milli kahraman” veya idam edilecek bir lider ve cezalandırılacak bir halk da çıkarabilir. Bunların masum veya mücrim olmaları çok da önemli değildir.
Çözüm; Müslüman mahallesinde salyangoz satmakta değildir. Tüm cahili dünyasını taşa çalarak mazlumların umudu olan İslam'a gelen ve nesebiyle, ırkıyla övünmeyi ar sayan, ayrıca “ben İslam'ın oğlu Selman'ım” demiş Selmanlarımız vardır. Bunlar da tüm mazlum ve mağdur halk ve haklardır. Bizim, bunları görecek ve “Ben de İslam oğlu Selman'ın kardeşiyim!” diyecek Ömerlere ihtiyacımız vardır.
Sayın cumhurbaşkanı, bir zamanlar; “benim Şii ve Sünni gibi bir dinim yoktur; ..kıyamete kadar (Kürtlerle..) kardeşiz..” gibi destana denk söylemleri kullanmıştı ama bu gün, baraj sorunu yaşayan bir partinin dehşet söylemleri bu şifa söylemlerini zehirlemekte.
Herkes, özellikle hâkim milletler ve liderler, hakikatin haddini aşarak çok ama çok ileri gitmiştir. Mazlumlar da mazlumiyetlerinin dermanını, zehir taciri korsanların ülkelerinde arama suçunu işlemiştir.
Herkes, “bizim için tamamlanmış din olan İslam'a” dönmeli.
İslam; hala emperyalist Haçlının sömürüsünün önünde en büyük engel ve bize rağmen kurtuluş umutları veriyor.
Bölgede harabeye dönmeyen Türkiye; İran ve Suudi ülkesi kalmış. Bu ülkelerdeki şehirler, tarih ve halklar Halep gibi harab olmadan, kendimize yani İslam'a gelelim ve'sselam!