İslâm dünyasının modern dönemdeki en önemli özelliklerinden beri halkı Müslüman ülkeler arasında İran-Irak Savaşı dışında kayda değer bir savaşın yaşanmamasıdır. Ulus devlet sürecinde etnik taleplerin yol açtığı çatışmalar ve Batı'nın müdahale ettiği Afganistan ve Irak alanları dışında Suriye ve Yemen iç savaşlarına kadar, İslâm dünyasında büyük iç savaşlar da yaşanmadı.
Müslümanların bu kadar zayıf ve bu kadar Batı etkisinde oldukları bir çağda bu kadar geniş bir coğrafyaya yayılmış olmalarına rağmen birbirleri ile savaşmamaları, tarihi savaşlarla örülmüş Batı için haset edilecek bir durumdur.
İslâm dünyasının bir diğer özelliği, tarihinde inanç ve fikir esaslı savaşların istisna olması, Müslümanlar arasında yaşanan çatışmaların genellikle toprak talebi gibi alışıldık problemlere dayanmasıdır.
Müslümanlar arasında tarihin hiçbir döneminde, hiçbir coğrafyada “kavimler savaşı” denen bir savaş türü çıkmamıştır. Müslümanlar, mezhep ihtilafları ve küçük mezhep çatışmaları yaşamışlarsa da İslâm tarihinde mezhep savaşı olarak adlandırılan bir savaş da yoktur. Tarihçilerimiz, ne Fatimî-Abbasî çatışmalarını ne de Osmanlı-Safevî savaşlarını Sünni-Şii savaşı diye kayda geçmişlerdir. Bu savaşlar, kimi ilgililerce hangi sebebe dayandırılırsa dayandırılsın hep hanedan savaşları olarak nitelenmiştir.
Batı'daki durum bundan farklıdır. Batı'nın çok yüklü bir kavimler savaşı ve mezhepler savaşı tarihi vardır. Batı'yı yüzyıllar boyunca adeta tarih dışında bırakan bu savaşlardır.
Yahudilerin kontrol ettiği Batı, milyonlarca insanını kaybettiği bu savaş tarzını İslâm dünyasına ihraç etme derdine düşmüş görünüyor. İslâm dünyasındaki her tür kıpırdamayı, etnik yapı ve mezhep farkları ile izah etme yoluna gidiyor.
Tarihimizde ilk kez Müslümanlar arasında doğrudan mezhep savaşı olarak adlandırılabilecek bir savaş başlatmak isteniyor. İran ve Suudi Arabistan arasındaki her tür problem mezhep temeline indirgenerek böyle bir savaşın zemini yoklanıyor. Ne yazık ki İslâm âleminde de bu fitne ateşinin üzerine benzinle gidenler de vardır.
İslâm dünyasında özellikle Körfez Savaşı'ndan bu yana gittikçe büyüyen mezhepsel bir hareketlilik yaşanıyor. Müslümanları bir daha ümmet olmayacak şekilde bölmek isteyenler, bu hareketliliğe katkıda bulunuyor. Bir taraf, geçmişte kendi küçük mescitlerinde ve dar ortamlarında dile getirdiği uç mezhepsel görüşleri televizyon ekranlarına taşıyarak provokasyonlar için ortam oluşturuyor, diğer tarafın da uç kesimlerinin buna fiili bir karşılık vermesi için mekanizmalar kuruluyor. Bu mekanizmalar fırsat buldukça harekete geçiyor.
İslâm âlemi, bu uç mezhepsel açıklamalara tarihi boyunca alışıktır. Fitneye yol açmamak için hakaretlere kulağını tıkamayı, boşboğazlık karşısında büyüklük göstererek olgun davranmayı öğrenmiştir. Bu tür boşboğazlıkları hep kınamakla kalmış, mezhepsel infazlara gitmemiştir. İslâm'ı güçlü kılan da bu olgunluktur. Nitekim, bu tür uç görüş sahipleri ne kadar güçlenirlerse güçlensinler hiçbir zaman belli bir alanı aşacak şekilde İslâm dünyasına hâkim olamamışlardır.
Suudi Arabistan'ın Nemr el Nemrî'yi idamı da vakanın özünde mezhepsel bir idam değildir. Vehhabî fırkasına mensup Suudi Arabistan, farklı mezheplerden olanlara karşı düşüncede tahammülsüz olsa da pratikte genellikle bir kısıtlama getirmemektedir. Nemr el Nemrî de diğer mezheplerin mensuplarını doğrudan ilgilendiren mezhebî görüşlerini açıkça beyan ediyordu. Bunun soruşturma konusu yapıldığına dair bir haber çıkmadı. Problem siyasidir. Nemr el Nemrî'nin Suud ailesine meydan okumasıdır. Suud yönetimi bunu yapan Sünni şahsiyetlere karşı da acımasızdır.
Ama “açık bir el”, İslâm âlemindeki problemleri zemini uygun bulduğu an Sünni-Şii ihtilafı diye duyurmaktadır.
Belli ki Yahudi öncülüğündeki uluslararası sistemin, İslâm âleminde günlük problemleri aşan, bir inanç savaşı, fikrî bir savaş çıkarma hesabı vardır. Tahribatı günlük problemlerin yol açtığı savaşlardan çok daha derin olur inanç savaşlarının, fikrî temelleri olan savaşların... Normal savaşlardan çok daha uzun sürer, bu tür savaşlar... Son dönemde bu alanda çalışan Neo-Şarkiyatçıların öncülüğünü yapan İngiliz Yahudisi Bernard Lewis'in doktorasını Suriye İsmailîleri üzerinde yaptığını ve ilgi alanının İslâm âlemindeki bu tür topluluklar sorunu olduğunu bilmekte yarar vardır.
Körfez Savaşı'nın mimarlarından olduğunu, Bush'a bu konuda akıl verdiğini hatıralarında açıkça beyan eden bu şahıs, İngiliz istihbaratında yıllarca çalışmış, sonra istihbarattan sözde istifa edip Türkiye'de Osmanlı arşivlerinde çalışma izni almış ve bu izni de çoğunluğu Sünni olan İslâm ülkelerindeki Sünni olmayan toplulukların yapısını ortaya çıkarmak için kullanmıştır. Doksan dokuz yaşına gelmiş bu adam israil yönetiminin de danışmanları arasındadır.
Saf bilgi aydınlatıcıdır, nurdur. Oysa Lewis türü araştırmacıların öne sürdüğü bilgi yakıcıdır, nardır. Müslümanların geçmişte bilgiden yoksunluk problemi vardı. Bugün yanlış bilgilenme problemi vardır.
Lewis türü adamlar, İslâm âleminde tarihî sorunları kullanarak hem çoğunluk hem azınlık açısından yeni farkındalıklar oluşturup mezhepsel çatışmalar oluşturmayı, böylece İslâm dünyasının daha kolay kontrol edilmesini amaçlamaktadırlar. Bunu niye fark etmiyoruz?
Hadi işin İslâm dünyasını kontrol tarafını bırakalım... Savaş bir yana sadece bir teyakkuz hâlinin bile Yahudi tüccarların silah fabrikalarının gece gündüz çalışmasına yol açtığı, Müslümanların yoksul kesimlerine gitmesi gereken gelirlerinin Yahudi tüccarlara akmasına yettiği düşünülürse İslâm dünyasında çıkacak bir savaşın bu tüccarlar açısından nasıl bir sonuç çıkaracağını düşünmüyor muyuz?
Sadece bir teyakkuz halinin bile köleleri arenalarda dövüştürme tarihi bulunanların sahnedeki yerlerini alıp ellerini ovuşturarak çıkacak savaşı seyretmek için heyecanla beklediklerini görmüyor muyuz?
Bunların keyfi için Müslüman kanı akıtmaya kalkışmak, Müslüman kanının akacağı eylemlerde bulunmak sefihlik değilse neyle izah edilebilir?
Mezhep ihtilafları küçültülmesi gereken bir husus iken her gece bu ihtilafları bas bas duyurmak, daha da etkili olsun diye araya bir sürü hakaret karıştırmak kime fayda verir?
Belki ilk kez iyi ki dil bilmiyoruz, diyorum. İslâm âleminin bizim dışımızda kalan kesimleri bu hususta bizim kadar şanslı (!) değil. Doğu İslâm âleminin önemli bir kesimi Farsça; Arap Yarımadası ve batısında kalan İslâm âlemi de Arapça konuşuyor. Bu iletişim çağında her gece televizyonlarının başında bir sürü hakareti dinleyen bu geniş kesimin ruh hâli nasıl olur?
Bir akl-ı selime ihtiyaç vardır. Vahdet tezi, tefrika tezine büründü. İttihada ihtiyaç vardır.
“Hep birlikte Allah'ın ipine (İslâm'a, Kur'an'a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın...” (3/Âl-i İmrân, 103).“Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ihtilâf ederek ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte bunlar için pek büyük bir azap vardır.” (3/Âl-i İmrân, 105). “Dinlerini parça parça edip gruplara ayrılanlar var ya senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi ancak Allah'a kalmıştır, sonra Allah onlara yaptıklarını haber verecektir.” (6/En'âm, 159). “Allah'a ve Rasûlüne itaat edin; birbirinizle çekişmeyin. Sonra korkuya kapılırsınız da rîhınız (rüzgârınız, gücünüz) gider. Bir de sabredin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” (8/Enfâl, 46). “...Müşriklerden olmayın; ki onlardan dinlerini parçalayanlar ve kendileri de bölük bölük olanlar vardır. (Bunlardan) her fırka/grup, kendi yanındakiyle böbürlenmektedir.” (30/Rûm, 31-32). “Mü'minler ancak kardeştirler.” (49/Hucurât, 10)
Rabbimizin çağrısı açıktır. O'nun çağrısına kulak verenler zarar etmez.
Geçmişte Batı'yı kavim ve mezhep savaşları ile kontrol altına alan Yahudiler, şimdi İslâm âlemini aynı yöntemle kontrol altına almaya çalışıyor.
Oyunu bittikten sonra fark etmenin bize ne faydası olacak? Maharet oyunu bugün görmek ve onun karşısında durmaktır.