Nefha-i ruhla dünyevi tabiatımıza üfürülmüş bulanan ilahi tabiatımız bizim özümüzdür. “Öz’e dönüş”den bizim kastettiğimiz, bedenin iştah ve şehvet gibi çekici arzu ve isteklerin derin etkisinde olan insanın, Nefs-i emmaresini aşıp kendi özüne, ilahi tabiatına dönmesidir. Bu çerçevede yaratılışın hikmeti açısından birinci derecede kendimize sorun teşkil ettiğimiz özgürlük de, ilahi özümüze dönüş yolunda dünyevi tabiatımız tarafından önümüze çıkarılmış bulunan engelleri aşmamız, bu yolda mücadeleler vermemizdir. Özgürlük, ilahi özümüzün refere edildiği Allah’a itaat, O’nun iradesine teslimiyet ve dünyevi hayatımızı O’nun indirdiği hükümlere göre düzenlemekten geçer.
Bu konuyu biraz daha açmakta zaruret var. Bizim varlığımızın iki boyutu var; her bir boyut bir tabiatımızı teşkil eder. Bunlardan biri ilâhî, diğeri dünyevîdir. Dünyevî tabiatımızın ontolojik kökeni topraktır, toprak maddî bir cevherdir. Fakat ilâhî tabiatımızın ontolojik kökeni Nefha-i ruh’tur. Şânı Yüce Allah, Âdem’i kendi eliyle tesviye ettikten, yani bizi bu kıvama, bu fizyolojik-biyolojik forma soktuktan sonra kendi ruhundan üfledi. İşte ilâhî tabiatımız o Nefha-ı ruhun sonucu olarak maddî tabiatımızın içine sindi.
Burada dikkat çekici bir noktanın kaçırılmaması lâzım. İslam tefekkür dünyasında ilâhî tabiat-dünyevî tabiat; Yunan’dan bu yana Batı zihin telakkisinde köklü bir biçimde yer etmiş bulunan kategorik ve biri değerine neredeyse karşıt ruh-beden ve bunun yansıması olan “fizik-metafizik ayrımı”na, dolayısıyla varlık aleminde varoluduğu farzedilen çifte-gerçekliğe tekabül etmez. Bazıları, sanki İslâm’da fizik-metafizik ayrımı varmış gibi, ‘metafizik gerilim’ deyimini kullanır, bunun İslam düşüncesinde ve genel olarak İslam irfanında bir karşılığı yoktur. “Metafizik gerilim”den kastedilen ruhun, manevi yanımız ve müteal evrenin üzerimizdeki ürpertici etkisidir, ancak maksud anlaşılmakla beraber seçilen kelimeler ve deyim bize ait değildir. Çünkü bizde fizik ve metafizik, madde ve ruh, sonsuza kadar giden iki paralel değildir. İlâhî tabiatımız, dünyevî tabiatımızın içerisinde şekerin çayda erimesi gibidir. İşte özgürlük o ki, ruhumuzun bu maddî ve dünyevî tabiattan çıkması, ondan kurtulmasıdır. Bu çerçevede dünyevî tabiatımız, aynı zamanda bizim zindanımız olarak görülmüştür.
Temel olan ruhtur. Beden sonra gelir, ruh bedenden once olduğu gibi ondan sonra da olacaktır. Beden gelir ve gider, mesela ölümle toprağa karışır, yani kendi aslına döner; dirilişten sonra bir daha inşa edilir. Ama ruh öyle değildir. Nefis, akıl, rüya, tahayyül, duygular, heyecan, terkip, temyiz vs. maddî olmayan bilumum manevi, enfüsî, derûnî ve zihnî faaliyetler ruhun birer türevi olarak bizim beşeri evrenimizde bulunurlar. Hiç kuşkusuz ruhumuzun en etkin türevi nefsimizdir ve bu son derecede önemli bir noktadır. Nefsin de çeşitli türevleri vardır. Ancak en aşağı tabakadaki türevi maddî dünyamızla, bedenimizle bitişik halde ve bizi sürekli, ciddi mânâda etkileyen, yönlendiren, Nefs-i emmâremizdir. O bizi kötülüğe teşvik eder, toprağa, dünyaya çeker. Bize üç hakîkati unutturmak ister. Birisi bâtınî hakîkatimizdir ki Nefs-i emmâre, bize zâhirle yetinmemizi söyler. İkincisi müteâl/aşkın hakîkatimizdir. Nefis, bize aşkın olanı unutturmaya çalışır. Üçüncüsü de uhrevî yani öte dünyaya ilişkin olan hakîkatimizdir. Nefis, bizi buraya, dünyaya davet etmek suretiyle ahreti dünyadan dışarı çıkarır.
Bu dünya ortamında özgürlüğümüzü elimizden alan şeyler, sekülarizm dediğimiz yani dînin, dünyadan dışarı çıkarılması hâdisesidir. Dîn dışarı çıkarıldığında, geride her ne kalıyorsa o bizi esir almaya koyulur. Müslümanın özgürlük mücadelesi, dînî hayatını yaşarken önündeki engellerin ortadan kaldırılması içindir. Tabiî ki bundan salt taabbudi nitelikte olan ibadetleri değil, Allah’a itaati içine alan en geniş manasıyla kulluğu kastediyoruz.
Bu çerçevede verdiğimiz özgürlük tanımı İslam tasavvufunun en esaslı konusudur. Ancak çoğu zaman geleneksel tasavvuf niha ihedefi olan ma’rifet ve hakikati hedeflerken şariatı ihmal etmez, ama şeriatın kurallarını ve hükümlerini ağırlıklı olarak sufinin veya dervişin kişisel-bireysel hayatıyla sınırlı tutar. Bu telaakki fıkhın ve şeriatın toplumsal ve politik boyutunun ihmal edilmesine kapı aralar; zaman içinde dış dünyada olup bitenlere karşı sufiyi aldırışsız-duyarsız hale getirir. Kendi gemisini kurtardığını düşünür ve bu yönde büyük mücahedelerde bulunur, ama sosyo-politik cehd ve askeri cihadı ihmal eder.
Tasavvufun bizce meşru tanımı iç hayatımızın dini hükümlere göre düzenlenmesi çabası, yani batıni fıkıh ise, ister iç ister dış dünya söz konusu olsun, tasavvuf ile fıkıh ve kelam birbirinden koparılmaz. Tasavvuf insanın iç boyutu ise, zihni ve toplumsal hayattan koparılıp mutlaklaştırılamaz: kemam fikri boyutumuz ise tasavvuf ve fıkıhtan koparılıp mutlaklaştırılamaz; fıkıh toplumsal boyutumuz ise tasavvuf ve kelamdan koparılıp mutlaklaştırılamaz. Bunu böyle bilmek doğru ise, nasıl tarihte tasavvuf kendini, yani insanın sadece iç dünyasını temel alıp bunun ıslahıyla yetinebileceğini düşündüyse, bunun gibi Nur cemaatlarinin kahir ekseriyeti de nihai tahlilde harikulade bir kelam eseri olan Risale-i nurları, yani zihni ve entelektüel boyutu temel alıp tasavvuf ve fıkıh boyutunu önemsiz görmektedirler. Oysa bariz hakikat şu ki, Müslümanca bir hayat yolunda yaşayabilmek için sosyal ve politik olarak özgür olmamız lazım. Bununla bağlantılı sosyal ve politik hayatın da dini hükümlere göre tanzim edilmesi gerektiği kendiliğinden bir zaruret olarak ortaya çıkar. Muktedir olmak yapabilir olmaktır.
Asıl özgürlük odur ki ma’rifet ve hakîkat seviyesinde özgür olmayı mümkün kılar. Birden fazla katmandan oluşan önyargılarımızdan, bilinç dışı sürdürdüğümüz davranışlarımızdan, tekrar ettiğimiz alışkanlıklarımızdan, nefsimizin istek ve tutkularından, bağlı ve bağımlı olduğumuz toplumsal ilişkilerden -ki bunların her birisi birer zindandır-, kurtulmayı başarmadıkça tam özgür olamayız.
Diğer özgürlük arayışı ise daha sosyal ve iktisadî bir hâdisedir, asli olanı yanında ikincildir. Bir başka açıdan insanların ikili tabiatı söz konusudur: Yüce Allah nefse hem fücurunu hem takvasını ilham etmiş bulunmaktadır. Fücur mecrasında hareket eden insanlar, kendilerine layık gördükleri çeşitli isimler, sıfatlar ve kimlikler altında dayanışmalar kurar, birlikler tesis eder ve kendilerinden olmayanlar üzerinde ekonomik, politik, askeri tahakkümler; zihni ve kültürel hegemonyalar kurmaya çalışırlar. Bu kategorideki insanların asabiyeti kötülüktür. Bunların kötülüklerine, tahakküm ve hegemonyalarına karşı daima mücadeleler verilir. Sınıflar, kavimler, bölgeler, kabileler ve uluslar arasındaki çatışma ve tahakküm ilişkisinin ortadan kaldırılması için ezilen tarafların verdiği mücadele bir özgürlük mücadelesidir. Bu tür mücadele biçimlerinde ekonomik, politik, iktisadî ve sosyal faktörler bariz bir biçimde rol oynamaktadır.
Ancak bu mücadelede ezen ve tahakküm kuran zorba sınıf ve mütgallibe güçleri motive eden temel insani faktöre baktığımızda yukarıda anlatmaya çalışıtığımız birincil özgürlük sorunun rol oynadığını görmekteyiz. Yani eğer bu ezen güçler -müstekbirler, mele ve mütrefler- Nefs-i emmarelerinin etkisinde olmasalardı, ilahi özleri olan ruhun safiyeti onları adalete, alçakgönüllülüğe, cömertliğe, paylaşıma, merhamet ve şefkate, birlik ve dayanışmaya sevkedecekti.
Dünyabülteni