Papa’nın üç şapkası ve Türkiye ziyareti

2006’da Papa ne Ankara’ya ne İstanbul’a ne de Türkiye’ye geldi; dahası Türkiye’nin davetlisi de değildi. Papa, Konstanpolise ve Ortodoks Kilisesi’ne geldi.

2006’da Papa ne Ankara’ya ne İstanbul’a ne de Türkiye’ye geldi; dahası Türkiye’nin davetlisi de değildi. Papa, Konstanpolise ve Ortodoks Kilisesi’ne geldi. Fener Patriğiyle ortaklaşa yayınladıkları deklarasyonda Papa, hem Patriğin ekümenlik vasfını teyit ediyor hem de onu Konstantinopolisin “ekümenik patriği” olarak tanımlıyordu. İki kilise temsilcisinin onayladığı bu ifade hayli önemliydi.

“Buralara gelmedi” derken söylemek istediğim şudur: Hatırlanacak olursa 2005’te Papayı Ortodoks Kilisesi’nin başı Patrik davet etti; fakat Patrik, Türk Hukuk Mevzuatı’nda kaymakamlığa bağlı dini bir kuruluşun başı olduğu için, bir devlet başkanını veya kendisinin çok üstünde olan bir dini lideri davet etme yetkisine sahip değildir; mevzuat buna müsaade etmiyor. Ancak Bartelemeo’nun Papayı davet etmesi fiili bir durum yarattı. Böyle olunca Cumhurbaşkanı alelacele devreye girip işi, hukuki mevzuata uygun hale sokmaya çalıştı, Papayı kendisi davet etti. Bu çerçevede Papa, önce Ankara’ya gitti, havaalanında Başbakanla, sonrasında Cumhurbaşkanı, sonra Diyanet İşleri Başkanı’yla görüştü; sonra da İstanbul’a geldi.

Anlaşılıyor ki Papanın biri “devlet başkanı”, diğeri “siyasi kişilik” ve üçüncüsü “dini lider” olmak üzere kullandığı üç şapkası söz konusu. Papa Türkiye’de her üçünü de kullandı. Mesela, uçaktan iner inmez Papa, Başbakanla siyasi şapkasını takarak konuştu. Öte yandan, Türkiye son iki günde temel bir değişikliğe gitti; çünkü aslında Başbakan Papayla görüşmek istemiyordu; keza hükümet içerisinde de, görüşüp görüşmemek konusunda tereddütler vardı. Bir bakıma bunun seçmen üzerinde nasıl bir etki yapacağını ve seçimlere nasıl yansıyacağını bilmiyorlardı. Kamuoyunda Papaya karşı bir tepki vardı, başını Saadet Partisi’nin çektiği gösteriler düzenlenecekti; hatta Papaya suikast yapılacak türünden söylentiler dolaştırıldı.

Dahası o sırada İspanya’dan Sibirya’ya kadar bütün Avrupa’yı esir alan bir kehanetten bahsediliyordu. Kehanete göre, Katolikliğin tarihinde 16 Benedict adını alan Papa, sondan ikinci papadır ve bu zat Müslüman bir ülkede, İstanbul’da suikasta uğrayacaktır. Avrupa ve Hıristiyan âlemi bu kehanete inanıyordu; çünkü Hıristiyanlıkta kehanet önemlidir. Hatta bizim sağcı-muhafazakâr bir gazetecimiz, Filistin’de intihar eden 64 yaşındaki Filistinli kadınla mukayese -analoji- yaptı ve: “Papa, Türkiye’ye, Filistinli o kadın gibi davası uğruna intihar etmeye geldi; kendisini davasına, dinine feda ediyor” diye ciddi ciddi yazdı. Sonuçta, büyük ihtimalle Avrupa’dan gelen baskı, Amerika’dan gelen telkinler ve kamuoyundaki tepkilerin şiddetini azaltmak veya düşük bir seviyede tutmak için, Başbakan Papayı uçağın merdivenlerinde karşıladı ki, bu önemliydi.

Papa da orada diplomatic nezaket gösterip devlet başkanı sıfatıyla Türkiye’nin AB içerisinde yeri olduğunu söyledi. Tabii bu gerçek fikri değildi; real politik seviyede sarfedilmiş diplomatik bir sözdü; daha doğrusu rüşveti kelamdı. Yine Cumhurbaşkanıyla da bir “devlet başkanı” olarak konuştu, formel, resmi, biraz da soğuk, kısa bir görüşme oldu. Diyanet İşleri Başkanı’yla yaptığı konuşma, hiçbir şekilde, 12 Eylül’de Regensburg’ta yaptığı konuşmadan geri adım attığı veya özür dilediği anlamına gelmiyordu. Esasında şu bir gerçek ki, papalar özür dilemez; çünkü papalar, yanılmaz, yanıltılmaz, hata etmez; layuhtidir.  Eğer yanılırsa ve yanıltılabilirse, nasıl insanın yeryüzündeki temsilcisi ve kilisenin başı olabilirdi? Doktriner ve teolojik açıdan bu mümkün değildir. Nitekim Papa, Diyanet İşleri Başkanı’na üzüntülerini ifade etti ki, bunu şu şekilde tercüme edebiliriz; “Ben doğruyu söyledim; fakat üzülerek müşahede ediyorum ki, Müslümanlar beni anlamadılar.” Diyanet İşleri Başkanı çok net ve açık bir biçimde Papanın iddialarını düzeltici ve tashih edici bir konuşma yaptı. Aslında bu konuşma, son derece politik bir konuşmaydı; Türkiye’den beklenen de buydu; çünkü Papa 12 Eylülde konuşmayı yaptıktan ve haber ajansları geçtikten iki saat sonra, ilk tepki Türkiye’den, Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan gelmişti. Diyanet İşleri Başkanı, “Papa özür dilesin” dedi. Tabii bu Diyanet İşleri Başkanı’nın kendi inisiyatifi değildi; devletin içinden böyle bir demeç vermesi istendi, hemen arkasından Arap ve İslam âlemi de bu yönde tepki verdi. Dolayısıyla Papaya bu cevabı vermek yine Diyanet İşleri Başkanına düşüyordu. Kanaatime göre konuşma, resmi yetkililerin bilgisi dâhilinde ve Papayla yüz yüze görüşmeden önce hazırlanmış bir konuşmaydı. Elbette konuşma herkesin hoşuna gitti; fakat Papanın 12 Eylülde yaptığı konuşmanın, entelektüel, teolojik ve felsefi düzeyde cevabı değildi.

Sn. Mustafa Özcan’a ricam!
Mustafa Özcan Dünya Bülteni, 30 Ağustos 2013 tarihli yazısında benimle ilgili şöyle bir cümle kullanmaktadır: “Son dönemlerde Ali Bulaç gibi kimi zevat Allah’a düşünce veya düşünme (melekesi) nispet etmektedirler. Halbuki, düşünmek bir noksanlık sıfatıdır ve Allah bundan beridir.  Düşünmede isabet ile isabetsizlik arasında bir zorlanma payı vardır. KAF 50/38.’inci ayette belirtildiği gibi Allah zorlanmaz ve ona yorgunluk da arız olmaz. “And olsun ki, gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları altı günde yarattık ve Biz bir yorgunluk da duymadık.” Dünyanın altı günde yaratılması ise hikmete mebnidir.  Sebebi Allah’a değil kullara racidir.”
Şanı yüce Allah’a “düşünce, düşünme, fikir, teemmül, ma’rifet, akletme vb.” meleke ve yetilerin nisbet edilemeyeceği hususuna ben de aynen katılıyorum. Bu hakikati bilemeyecek kadar cahil değilim. Hatta bir kitabımda bir ifade olarak kullandığımız “İslam düşüncesi”nin tavzihi babında şu dipnotu düşmeyi zaruri görmüşüm: “Deyim olarak ‘İslam düşüncesi’ darken, bizzat vahyin kendisinde zihni faaliyet vardır anlamını çıkarmak yanlıştır. İslami düşünce insane göredir; yani insanın kendi zihni faaliyetlerini vahy ile discipline etmesidir.” (Bkz. A. Bulaç, İslam Dünyasında Düşünce Sorunları, 7. Bsm., İstanbul,-2012, Çıra Y. s. 74.)
Bu konuyu ayrıca Darwin teorisine karşı çıkıp da “tasarım” fikrini savunanlarla uzun uzadıya tartışmışım, Zaman Gazete’sindeki köşe yazılarımda mevcuttur. Zira “tasarım” da zihni bir faaliyet ürünüdür.
Buna rağmen sehven veya dikkatsizlik sonucu bu anlama gelebilecek ifadeler kullanmış olabilirim. Eğer Mustafa Özcan bana Allah’a düşünce izafe edecek fikirler kullandığımı kaynak vererek –hangi kitap ve yazımda- gösterebilirse ya ne demek istediğimi izah etmeye çalışır veya sahiden böyle bir hata işlemişsem yüce Allah’tan tevbe ve istiğfar diler, hemen düzeltirim. Mustafa Özcan’ın bu konuda kaynak göstermesini bekliyorum. İddia müddeiye aittir kuralınca bunu isteme hakkım vardır. “ diye yazmıştım.
Muhtemelen notum gözünden kaçmış olmalı. Kendisinden rica ediyorum. Nerede (hangi kitabım veya yazımda) yüce Allah’a düşünce izafe etmişim, kaynağını göstersin. Önce yüce Allah’tan af, okurlardan özür dileyeceğim, değerli yazarımıza da bu konunun farkına vardığımı sağladığı için teşekkür edeceğim.
 

 

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.