Adamın biri Üsküdar sahilinde balık tutmaya çalışır. Tüm çabasına rağmen bir türlü tek bir balık bile tutamaz. Hemen yan tarafında ise tabiri caizse her attığını ıskalamayan bir adam vardır. Her seferinde oltasına onlarca balık takılır. Bu durum bu şekilde bir kaç hafta devam eder. Hal böyleyken balık tutmaya muvaffak olamayan tutana gıpta ve kızgınlık karışımı bakışlar atar. Balık tutma konusunda oldukça mahir olan adam ise tutamayana acıyarak bakar.
Yine bir hafta sonu karşılaşırlar. Usta balıkçı dayanamaz ve şöyle der:
Arkadaşım görüyorum ki balık tutamıyorsun. Nasıl hazırlıyorsun oltanı?
Adam sırasıyla yaptığı işlemleri anlatır. Birçok insanın yaptığından farksız değildir yaptıkları.
Balık tutma işini kökten kavramış gibi görünen adam gülümser ve şöyle söyler;
Bak kardeşim, rengârenk kancalar al. Mavi, yeşil, sarı, kırmızı, beyaz kancaları sırayla tak oltana, denize sal. En çok hangi renge balık takılırsa bir daha ki atışında oltanın ucunda sadece o renk kanca olsun. Çünkü sahilden sahile, balıklar farklı renklere gelirler...
Diğer adam, biraz da adamın her seferinde oltasının balıkla dolduğunu gördüğünden olsa gerek, bu şekilde davranması gerektiğine kanaat getirir.
Yine bir hafta sonu, balık avlamak için Üsküdar Kuleli’dedir acemi balıkçı. Bu sefer yanına rengârenk kancalar alır. Tıpkı usta balıkçının tarif ettiği gibi, sırayla takar kancaları ve denize atar. Bir süre sonra balıkların, sadece beyaz renge takıldığını görür. Oltasını ikinci attığında, sadece beyaz kanca takar. Gördüğü manzaraya kendisi de inanamaz. Şimdiye kadar böyle çok balık takılmamıştır oltasına. Evine döneceği zaman yanında yetmiş balık vardır.
Bir de şu hakikat;
Her sahilin balıkları aynı olmadığı gibi renk tercihleri bile kendi gönüllerincedir...(!)
Gerçekten yaşanmış bu olaydan yola çıkarak şu söylenebilir; durum balıklarda bile buysa insanı varın siz düşünün.
Farklı coğrafyalarda yaşayan, kendine has sosyal ve ekonomik şartlarda gelişen, kültür dokusu farklı insanları aynı kabul etmek-gönül dünyalarının aynı olduğundan yola çıkarak yanlış varsayımlarla gönüllerine girmeye çalışmak, boşa kürek çekmekten başka bir şey değildir.
Bu şekilde davranmak gönül kapılarından kovulmaktan başka bir sonuç getirmez. Söz konusu gönül olunca, pencereden bacadan da girilemez. Çünkü gönül kantarı, hassas ve kırılgandır. Gönül Ancak kendi isteğiyle açarsa kapısını içeriye girilir-buyur edilir. Gönül kapıları açılmadığı müddetçe de insan dediğimiz müstesna varlığa ulaşmak asla mümkün değildir.
Bu nedenle, insanlara ulaşmanın duble yollardan, köprülerden, deniz altından geçen raylardan mümkün olmadığını anlayanlar; yeniden gönül kapılarını çalmak için kolları sıvadılar.
Gönül kapısını çalanın yine gönül olması gerektiğinden yola çıkarak gönülden gönüle köprü kurmaya çalışıyorlar, bu dikkatlerden kaçmayacak bir açıklıkta.
Ellerinde milyonlarca imkânları olanlar bile, gönülsüz hiç bir imkanın işe yaramayacağını fark etmişken, en büyük hazineleri gönülleri olan gönül erleri ise; gönlünden ve gönüllerden vazgeçip nedense imkânlar peşinde koşar oldular. İmkân arayışlarında gönül incilerini döktüklerinin farkında olmadan...
Protokollerin, koltukların, tepeden bakmaların, gereksiz mesafelerin gönülleri soğuttuğunun farkında değil miyiz acaba?
Bu minvalde, Allah rızası için gayret ettiğini iddia eden her bireyin, kendi gönül zenginliğini yitirmemesi ve gönül dilini -gönül yolunu- gönül kapılarını bilemeyecek/göremeyecek kadar idraksiz olmaktan sakınması gerekir.
Gönüller arasındaki sevgi köprülerini kuran El-Vedud olan Rabbin gazabını celbedecek söz ve davranışlardan kat’i surette kaçınması gerekir.
Her gönlün ayrı özelliklerde olduğunu, hepsinin ayrı bir saygınlığının olduğunu ve gönül dünyalarının frekanslarının öyle dışardan uzaktan kumandayla değiştirilemeyecek bir konumda bulunduğunu da hesaba katmak işin özüdür muhakkak...
Gönül bu; paşayı da, şahı da önünde diz çöktürür. Gönlü hesaba katmayanlar da tarih boyunca bocalayıp çürür....