“Müslümanın Müslüman üzerindeki hakkı altıdır” diye başlayan Hadis-i Şerife dayanarak aramızdaki hakları, sanki sadece bunlarla yani; selâmlaşma, dâvetine icâbet, hastalandığında ziyaret, istediğinde nasihat, cenazesine iştirak ve aksırınca “yerhamukellâh” demekle sınırlı sanarız.
Oysa mesela Hz. Ali(kv), diğer ayet-i kerime ve hadis-i şeriflere dayanarak Müslümanın din kardeşi üzerindeki 30 hakkından söz eder. Tabi O da, hepsini orada saymaz.
Bu hakları zamanın şartlarına göre ve yine İslam Külliyatından alarak detaylandırırsak; gıybetini yapmamak, lafını taşımamak, şakayla bile olsa korkutmamak, yalan söylememek, hased etmemek, sırt çevirmemek, üç günden fazla küsmemek, kin gütmemek, suizanda bulunmamak, ayıbını örtmekten tutun, güneşine engel olmamaya varıncaya kadar belki yüzlerce sıralayabiliriz.
İslam Medeniyetinin üzerimizdeki son çatısı ortadan kalktığından bu yana, avam olarak aynı yanılgıya 32 farzda da düşeriz. İmanın esasları ve İslam’ın şartlarını o başlıktaki bir iki hadis-i şerifle sınırlıymış gibi düşünürüz. Hatta bazılarımız; “İslam’ın şartı zengine beş, fakire üçtür” gibi yorumlara bile gider.
Böyle olunca cihad, davet, şükür, sabır, emanet, tevekkül, kanaat, iktisat, zikir, ümit, ihlas, ilim, iffet gibi birçok yükümlülüğü esastan ayrıymış gibi zannederiz.
Aynı şekilde İslam’ın beş temel gayesini; aklın, malın, canın, malın, neslin ve dinin korunması diye sayarken adeta diğer korunması gerekenleri bunlardan birinin içine sıkıştırıp kaybederiz.
Mesela haysiyetin ve şahsiyetin muhafazası neslin korunmasına dahil edildiğinde, bilinçaltımız bunları geri planda görebiliyor. Değerlerin ve şiarların da din başlığı altında korunması bizi, benzer bir yanılgıya sevk edebiliyor.
Bir de sahabiler, hakiki alimler, önderler, şehidler gibi şiarların tafsilatı var. Kur’an-ı Kerim, “muhacir ve ensardan öne geçenler” diyerek sahabeyi korur. Resulullah(sav), onları, yıldızlara benzeterek, cennetle müjdeleyerek, çeşitli vesilelerle överek korur.
Yine ayet-i kerimeler; “Allah’tan ancak alimler gereği gibi korkar” diyerek ve “bilmiyorsanız bilenlere sorun” buyurarak alimi korur. Efendimiz(sav) de mesela ulemayı, “Alimler Peygamberlerin varisleridir” fermanıyla muhafaza eder.
Haliyle tüm Müslümanların alimlerine sahip çıkmaları, bizzat kendi akıl, mal, nesil, can ve din emniyetleri için zorunluluktur.
Hangi meşrepten olurlarsa olsunlar, örneğin Bediüzzaman Said Nursi’ye hakaret edilmesine seyirci kalan Müslümanlar, izzetlerini yere düşürmüş sayılırlar.
Hangi milliyetten olurlarsa olsunlar, Şeyh Said Efendi’ye iftira atılmasına göz yuman Müslümanlar, itibarlarını zayi etmişler demektir.
Hangi grup, cemaat, tarikat veya düşüncede olurlarsa olsunlar, İskilipli Atıf Hoca’nın, vatana ihanet gibi ağır bir ithamla karalanmasına müsamaha gösterenler, haysiyetlerinin zedelendiğini unutuyorlar demektir.
Parayla alınıp satılmayan hiçbir şey kalmayıncaya kadar tüm mâneviyatı biçmeye yeminli gözüken kapital/seküler ifsada el verildiğinde, kolun da gövdenin de gideceğini bilmiyormuş gibi yapmaları, alem-i İslam’ın dünya azabını hafifletmediği ortadadır.
İslam’ın sembol isimlerine saldıranlar karşısında, ölü karga taklidi yaparak susmak, duymazdan ve görmezden gelmek, zındıkların cesaretlerini öyle artırıyor ki, ardından mesela fırsat ellerine geçtiğinde ellerini ve dillerini her türlü kutsala uzatmaktan bir an geri durmuyorlar.
Abdulhakim Arvasî (ks)’nin “hiçbir amelime güvenmiyorum ancak Allah-u Teala’nın düşmanlarına düşmanlığım vardır” sözüyle hatırlattığı gibi, Hak katında güvence aranıyorsa, herhalde onu, Rabbani alimlere düşman olanlara gösterilecek tavırda da aramalı.
Mevlâ, günahlarımız yüzünden şeytan ve dostlarını bize ve alimlerimize musallat eylemesin. Ve gayretini yitirenlerden de eylemesin.
Amin.