“Doğrusu Biz onu (Kur'an'ı) Kadir Gecesi’nde indirdik. Kadir Gecesi’nin ne olduğunu bilir misin sen? Bin aydan daha hayırlıdır Kadir Gecesi! O gece Rab’lerinin izniyle Ruh ve melekler, her türlü iş için iner de iner... Artık o gece bir esenliktir gider... Tâ tan ağarana kadar...” (Kadir Suresi)
Birinci nükte:
Ramazan-ı Şerifteki oruç, İslam’ın beş rüknünden biri olduğu gibi aynı zamanda İslami şiarların büyüklerindendir.
Ramazan-ı Şerifteki orucun; hem Cenab-ı Hakk’ın Rububiyet’ine, hem insanın sosyal ve şahsi hayatına, hem nefsin terbiyesine hem de ilahi nimetlerin şükrüne bakan hikmetleri vardır.
Cenab-ı Hakk’ın rububiyeti noktasında orucun çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:
Cenab-ı Hak, yeryüzünü bir nimet sofrası şeklinde yaratmıştır. Bütün nimet çeşitlerini o sofrada, kulların “hiç ummadığı yerden” o sofraya dizmesi yönüyle; Rabblığının mükemmelliğini, Rahmaniyet ve Rahimiyetini bu durum ile ifade etmektedir. İnsanlar, gaflet perdesi altında ve sebepler dairesinde o durumun ifade ettiği hakikati tam göremediği gibi bazen de unutur. Ramazan-ı Şerifte ise, iman ehli birden düzenli bir ordu hükmüne geçer. Ezel-i Sultan’ın ziyafetine davet edilmişçesine akşama yakın ‘Buyurunuz’ emrini bekleyerek kulluk tavrını sergilerler. O şefkatli, yüce ve kapsamlı rahmaniyete karşı, geniş, büyük ve düzenli bir kullukla karşılık verirler. Acaba böyle yüce kulluğa ve kerametin şerefine katılmayan insanlar insan ismine layık mıdırlar?
İkinci nükte:
Mübarek Ramazan orucunun, Cenab-ı Hakk’ın nimetlerinin şükrüne baktığı yönle ele alındığında, hikmetlerinden bir hikmeti şudur:
Bir padişahın mutfağından bir tablacının getirdiği yiyecekler, bir fiyat ister. Tablacıya bahşiş verildiği halde, çok kıymetli olan o nimetleri kıymetsiz zannedip ona nimet verini tanımamak sonsuz derecede bir ahmaklık olduğu gibi, Cenab-ı Hak, sınırsız çeşitli nimetlerini insan için yeryüzünde yaymış, ona karşılık, o nimetlerin fiyatı olarak bizden şükür istemektedir. O nimetlerin zahiri sebepleri ve arkadaşları, padişahın mutfağından yiyecek getiren tablacı hükmündedirler. O tablacılara bir fiyat veriyoruz. Onlara minnettar oluyoruz. Hatta, hak etmedikleri kadar hürmet ve teşekkür ediyoruz. Halbuki, Mün’im-i Hakiki, o nimetleri bize verdiği için, sebep olanlardan da çok daha fazla şükre layıktır. İşte O’na teşekkür etmek, ancak o nimetleri doğrudan doğruya O’ndan bilmek, o nimetlerin kıymetini takdir etmek ve o nimetlere olan ihtiyacını hissetmek suretiyle mümkün olur.
İşte Ramazan-ı Şerifteki oruç, hakiki ve halis, azametli ve genel bir şükrün anahtarıdır. Çünkü, diğer vakitlerde mecburiyet altında olmayan insanların çoğu, gerçek açlığı hissetmedikleri zaman bir çok nimetin kıymetini anlamamaktadır. Kuru bir parça ekmekteki nimetin derecesi tok olan özellikle zengin kişiler tarafından anlaşılamaz. Halbuki iftar vaktinde, o kuru ekmek, bir mü'minin nazarında çok kıymetli bir ilahi nimet olduğunu tat alma duyusu olan dili şehadet eder. Padişahtan ta en fukaraya kadar herkes, Ramazan-ı Şerif ayında o nimetlerin kıymetini anlamakla manevi bir şükre sahip olur.
Hem gündüzdeki yemekten men edilmesi yönüyle, “O nimetler benim mülküm değil. Ben bunların yeme ve içmede hür değilim. Demek ki o nimetler başkasının malı ve nimetidir. O’nun emrini bekliyorum” diye nimeti nimet olarak bilir, manevi bir şükür eda eder.
İşte bu suretle oruç, çok yönlerle insanın gerçek vazifesi olan şükrün anahtarı hükmüne geçer.
Üçüncü nükte:
Orucun, insanın sosyal hayatına bakması yönüyle, hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:
İnsanlar, geçim cihetiyle değişik şekillerde yaratılmışlar. Cenab-ı Hak, o ihtilafa binaen, zenginleri fakirlerin yardımına davet ediyor. Halbuki, zenginler fakirlerin acınacak acı hallerini ve açlıklarını, ancak oruçtaki açlıkla tam hissedebilirler. Eğer oruç olmazsa, nefsine tapan bir çok zengin bulunabilir ki, açlık ve fakirliğin ne kadar elim ve fakirlerin şefkate ne kadara muhtaç olduğunu anlayamaz. Bu yönüyle insanlıkta bulunan, hemcinsine karşı şefkat ise, gerçek şükrün bir esasıdır. Hangi fert olursa olsun, kendinden bir derece daha fakiri bulunabilir, bu yüzden kendinden daha aşağı derecedekilerine karşı şefkatli olmakla yükümlüdür. Eğer nefsine açlık çektirme mecburiyeti olmazsa, şefkat vasıtasıyla yardım etmekle mükellef olduğu iyilim ve yardımı yapamaz, yapsa da tam olamaz. Çünkü hakiki manada o haleti kendi nefsinde hissedemez.
Dördüncü Nükte:
Ramazan-ı Şerifteki orucun nefsin terbiyesine baktığı cihetindeki çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:
Nefis, kendisinin hür ve serbest olmasını ister ve öyle anlar. Hatta, hayal ettiği rabblığı ve dilediği gibi yaşama isteğini, fıtri olarak arzu eder. Sayısız nimetlerle terbiye olunduğunu düşünmek istemez. Özellikle, dünyada servet ve iktidarı varsa ve gaflet de yardım etmişse, büsbütün gasıbane ve hırsızcasına ilahi nimeti hayvan gibi yutar.
İşte Ramazan-ı Şerifte, en zenginden en fakire kadar herkesin nefsi anlar ki, kendisi malik değil, memluktur; hür değil, kuldur. Emrolunmazsa, en basit ve en rahat şeyi bile yapamaz, elini suya dahi uzatamaz. Böylece kuruntu ettiği rububiyet kırılır, kulluğu takınır ve hakiki vazifesi olan şükre girer.
Beşince Nükte:
Ramazan-ı Şerif orucunun, nefsin kötü yönlerini gidermesi ve başıboş muamelelerinden vazgeçmesi cihetine bakma noktasındaki çok hikmetlerinden birisi şudur ki:
İnsanın nefsi gafletle kendisini unutur. Kendisindeki sınırsız acizliği, sonsuz fakirliği, çok sayıdaki kusurunu göremez ve görmek istemez. Hem ne kadar zayıf olduğunu, yokluğa maruz kaldığını, musibetlere hedef bulunduğunu ve çabuk bozulan, dağılan et ve kemikten ibaret olduğunu düşünmez. Adeta çelikten bir vücudu varmış gibi ölümsüzcesine kendisinin ebedi olduğunu sanarak dünyaya saldırır. Şiddetli bir hırs ve aç gözlülükle, şiddetli alaka ve muhabbetle dünyaya atılır. Lezzetli ve menfaatli şeylere bağlanır. Hem kendisini mükemmel bir şefkatle terbiye eden Yaratıcısını unutur. Hem hayatının sonunu ve ahiret hayatını düşünmez, kötü ahlak içinde yuvarlanır.
İşte Ramazan-ı Şerifteki oruç, en gafillere ve en inatçılara, zayıflığını, acizliğini ve fakirliğini hissettirir. Açlık vasıtasıyla midesini düşünür, midesinin ihtiyacını anlar. Zayıf vücudunun ne derece çürük olduğunu hatırlar, ne derece merhamete ve şefkate muhtaç olduğunu anlar. Nefsin firavunluğunu bırakıp mükemmel acizlik ve fakirlik ile ilahi dergaha sığınacak bir arzu hisseder ve manevi bir şükür eliyle rahmet kapısını çalmaya hazırlanır. Tabi eğer gaflet kalbini bozmamış ise!.
Altıncı Nükte:
Kur’an-ı Kerim, Ramazan-ı Şerifte nazil olmuştur. Bu bakımdan Ramazan-ı Şerifteki orucun hikmetlerinden birisi de şudur:
Madem ki Kur’an-ı Kerim, Ramazan ayında nazil olmuş, o Kur’an’ın iniş zamanına hazırlık yapmak, o semavi hitabı güzel karşılamak, Ramazan-ı Şerifte nefsin adi ihtiyaçlarından, faydasız hallerinden sıyrılarak yeme ve içmenin terkiyle mümkün olur. Bu yapıldığında kişi; adeta meleklere benzeyerek Kur’an-ı Kerim’i yeni nazil oluyormuş gibi okur, dinler. Ondaki ilahi hitabı Resul-i Ekrem (sav)’den, belki Hazreti Cebrail’den, hatta belki Mütekellim-i Ezeli’den dinler gibi kutsal bir halet-i ruhiyeye sahip olur. Kendisi de tercümanlık edip başkasına dinlettirmek suretiyle Kur’an-ı Kerim’in inişinin hikmetini bir derece gösterir.
Evet, Ramazan-ı Şerifte sanki İslam alemi bir mescid hükmüne geçer. Öyle bir mescid ki, milyonlarca hafız, o büyük mescidin köşelerinde o Kur’an’ı, o semavi hitabı dünyadakilere işittiriyorlar. Her Ramazan, “Ramazan ayı ki, o ayda Kur’an nazil oldu” ayetini nurani, parlak bir tarzda gösterirler. Ramazan’ın, Kur’an-ı Kerim ayı olduğunu ispat ederler. O büyük cemaatin değerli fertlerinden bazıları huşu ile o hafızları dinler, diğerleri kendilerine okurlar. Böyle bir vaziyetteki mukaddes bir mescidde, adi nefsin isteklerine uyup yemek içmekle o nurani halden çıkmak ne kadar çirkinse ve o mesciddeki cemaatin manevi nefretine ne kadar hedef ise, Ramazan-ı Şerifte oruç tutanlara muhalefet edenler de aynen bunun gibi tüm İslam aleminin manevi nefretine ve hakaretine hedeftir.
Yedinci Nükte:
Ramazan orucunun dünyada ahiret için ziraat ve ticaret etmeye gelen insanların kazancına baktığı cihetteki çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:
Ramazan-ı Şerifte amellerin sevabı bire bindir. Kur’an-ı Hakim’in, hadis delili ile beraber, her bir harfinin on sevabı var; on iyilik sayılır, on cennet meyvesi getirir. Ramazan-ı Şerifte ise, her bir harfin on değil bin; ve Ayet-ül Kürsi gibi ayetlerin her bir harfi binlerce karşılık bulur. Ramazan-ı Şerifin Cumalarında ise bu hayır daha fazladır. Kadir gecesinde ise otuz bin iyilik sayılır. Evet, her bir harfi otuz bin baki meyveler veren Kur’an-ı Kerim, öyle bir nurani tuba ağacı hükmüne geçiyor ki, o milyonlarca baki meyveleri, Ramazan-ı Şerifte mü'minlere kazandırır. İşte gel, bu kutsi, ebedi ve kârlı ticarete bak, seyret ve düşün ki; bu harflerin kıymetini takdir etmeyenlerin ne kadar sınırsız bir zararda olduğunu anla!..
İşte, Ramazan-ı Şerif adeta bir ahiret ticareti için, oldukça kârlı bir sergi yeri, bir pazar ve uhrevi hasılat için oldukça verimli bir zemindir. Amellerin yeşermesi için, bahardaki nisan yağmurudur. İlahi saltanatın rububiyetine karşı insanlığın kulluğunun resmi geçit yapmasına en parlak, kudsi bir bayram hükmündedir. Ve öyle olduğundan, yemek-içmek gibi nefsin gafletle hayvani ihtiyaçlarına, başıboş ve arzularına taparcasına hoşuna giden şeylere girmemek için oruçla mükellef olmuştur. Sanki geçici olarak hayvanlıktan çıkıp melek olma vaziyetine bürünmüştür. Veya ahiret ticaretine girdiği için, dünyevi ihtiyaçlarını geçici olarak bırakmakla, ahirete ait bir adam olmuş cesedinden çıkmış bir ruh haline girerek, oruç ile Allah’ın Samediyetine (hiçbir şeye ihtiyacı olmadığına) bir tür ayinedarlık etmiştir. Evet, Ramazan-ı Şerif; bu fani dünyada, fani ömür ve kısa bir hayat içinde ebedi bir ömür ve uzun ebedi bir hayatı barındırır ve kazandırır.
Evet, bir tek Ramazan, seksen senelik bir ömrün semerelerini kazandırabilir. Kadir Gecesi’nin ise, Kur’an ayetiyle bin aydan daha hayırlı olması, bu sırra kesin bir delildir. Evet, nasıl ki bir padişah saltanatı süresince belki her yılda, ya padişahın tahta çıkış adıyla veyahut başka bir muhteşem saltanatının görülmesine alet olacak bazı günleri bayram yapar. Halkını, o günde genel kanunlar dairesinde değil; belki hususi ihsanlarına, perdesiz huzuruna almasına, has iltifatına, üstün icraatlarına ve doğrudan doğruya has teveccühüne mazhar eder. Bunun gibi; Ezel ve Ebed Sultanı olan on sekiz bin alemin Padişah-ı Zülcelali, on sekiz bin aleme bakan, yönelen Yüce fermanı olan Kur’an-ı Hakimi, Ramazan-ı Şerifte indirmiştir. Elbette o Ramazan, özel bir ilahi bayram, Rabbani bir sergi yeri ve ruhani bir meclis hükmüne geçme hikmetini gerektirir. Madem Ramazan o bayramdır, elbette bir derece adi ve hayvani uğraşlardan insanları çekmek için oruc emredilecek. O orucun en mükemmel olanı ise, mide gibi bütün duygulara, göz, kulak, kalp, hayal ve fikir gibi insan uzuvlarının hepsine bir nevi oruç tutturmalıdır. Yani, haramlardan, boş şeylerden çekilmek ve her bir uzvu özel kulluğa sevk etmelidir. Mesela, dilini yalandan, gıybetten ve çirkin sözlerden ayırmakla ona oruç tutturmalı ve o dili, Kur’an-ı Kerim okumaya, zikir, tesbih, salavat ve istiğfar gibi şeylerle meşgul etmekli… Gözünü namahreme bakmaktan ve kulağını kötü şeyleri işitmekten men edip gözünü ibrete, kulağını hak söze ve Kur’an-ı Kerim dinlemeye sarf etmek gibi diğer organlara da bir tür oruç tutturmalıdır. Zaten mide en büyük bir fabrika olduğu için, oruç ile boş tutturulsa, başka küçük tezgahlar kolayca ona uydurulabilir.
Sekizinci nükte:
Ramazan-ı Şerifin, insanın şahsi hayatına bakması yönüyle çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:
Oruç, insana en mühim bir ilaç olan maddi ve manevi bir perhizdir. Tıbben de öyle bir perhizdir ki; insanın nefsi yeme-içme hususunda dilediği şekilde hareket ettikçe, hem şahsın maddi hayatına zarar verdiği gibi, hem de helal-haram demeyip rasgele her şeye saldırdığından, adeta manevi hayatını da zehirler. Bu nedenle kalbe ve ruha itaat etmek, o nefse güç gelir. Başıboş bırakılan dizginini eline alır. Bu noktadan sonra insan ona binemez, o insana biner.
Nefis, Ramazan-ı Şerifte oruç vasıtasıyla bir tür perhize alışır ve emir dinlemeyi öğrenir. Çaresiz zayıf mideye de hazımdan önce, yemek üzerine yemek doldurma yüzünden oluşabilecek hastalıklardan emin olur. Emir vasıtasıyla helali terk etmesi cihetiyle, haramdan sakınmak için akıl ve şeriattan gelen emri dinlemeye kabiliyet elde eder. Manevi hayatını bozmamaya çalışır.
İnsanların mutlak çoğunluğu çok defa açlığa maruz kalır. Sabır ve tahammül için idman veren açlık, nefsi terbiyeye muhtaçtır. Ramazan-ı Şerifteki oruç, on beş saat, sahur yapılmadığında ise yirmi dört saat devam eden bir açlığa karşı sabır, tahammül, nefsi terbiye ve idmandır. Demek, insanın musibetini ikileştiren sabırsızlığın ve tahammülsüzlüğün bir ilacı da oruçtur.
O mide fabrikasının çok hizmetçileri, onunla ilişkili birçok organ vardır. Nefis, eğer geçici bir ayın gündüz zamanında boş tutulmazsa, o fabrikanın hizmetçilerinin ve o organların özel ibadetlerini onlara unutturur, kendisiyle meşgul ederek tahakkümü altında bırakır. İnsanın o diğer organlarını da o manevi fabrika çarklarının gürültüsü ve dumanlarıyla karmakarışık eder. Dikkatli bakışlarını daima kendine yöneltir. Büyük görevlerini geçici olarak unutturur. Ondandır ki, eskiden beri birçok veli insan, kemale ermek için nefsi terbiye etmeye, az yeme ve içmeye kendilerini alıştırmışlardır. Fakat Ramazan-ı Şerif orucuyla o fabrikanın işçileri, sırf o fabrika için yaratılmamış olduklarını anlarlar. Diğer organlar, o fabrikanın adi eğlencelerine karşılık, Ramazan-ı Şerifte melekuti ve ruhani eğlencelerle lezzetlenirler, bakışlarını onlara dikerler. Onun içindir ki, Ramazan-ı Şerifte müminler derecelerine göre ayrı ayrı nurlara, bolluklara, manevi sevinçlere sahip olurlar. Kalp, ruh ve akıl gibi organlar, mübarek ayda oruç sayesinde manevi yönden feyizlenip ilerlerler. Midenin ağlamasına aldırmadan günahsızca gülerler.
Dokuzuncu Nükte:
Ramazan-ı Şerif orucu, doğrudan doğruya nefsin kuruntu eseri olan rablığını kırmak ve ona acizliğini göstermekle kulluğunu bildirme yönündeki hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:
Nefis Rabbini tanımayarak firavunca kendi rabliğini istiyor. Ne kadar azap çektirilse de o damar onda kalır. Fakat açlıkla o damarı kırılır. İşte, Ramazan-ı Şerifteki oruç, doğrudan doğruya nefsin firavunluk cephesine darbe vurur, kırar. Acizliğini, zayıflığını ve fakirliğini göstererek kul olduğunu bildirir.
İnzar Dergisi