“Gökyüzünün ufukları tozlandı!
Güneş, dürülüp ışığını kaybetti.
Gecesi gündüzü karanlıklara gömüldü
Peygamberden sonra, yeryüzü
Ona duyduğu şiddetli teessür ve
Izdırabtan dolayı,
Bir kum yığını haline geldi! Varsın!
Ona doğunun ve batının Şehirleri ağlasın!
Ona
Yüce dağlar, ovalar, örtülü Beytullah
Ve rükünler de ağlasın!
Ey Peygamberler Hatemi olan (Babam)!
Furkan'ı indiren
Sana getirdi salat-ü selam.”
Bir kadın!.. Cennet kadınlarının Seyyidesi olan Fatıma (r.anha)… Mersiyeler düzüyordu ızdırablar içinde, acılar içinde.. yüreği yanık, bağrı yanık… Acısı; Medine sokaklarını, yeri ve göğü inleten bir acı… Bir babanın, daha ötesi her şeyi, canı, ciğeri Muhammed Mustafa (sav)'in acısıydı yüreğine çöken. İrtihal acısı…
Hicretten sonra On birinci yıldı. Rebiul evvel ayının On ikinci Pazartesi günü! Yeryüzünün ve gökyüzünün mateme boğulduğu, yüreklerin ızdırabla dağlandığı, sinelerin daraldığı, müminlerin şaşkın şaşkın olanı kabullenmek istemediği bir gün!...Gönüller ve güller Sultanı, Hatem'ül Enbiya, Fahri Kainat ve Sultan-ı Levlake olan Efendimiz (sav)'in irtihal zamanı.
Bir şaşkınlık, bir inanmazlık bulutu çökmüştü Medine'ye, yüreklere. Olabilir miydi, inanılabilir miydi O Resul-i Zi-Şan'ın ebediyete göçüşüne?
Yalın kılıç elinde Ömer İbni Hattab!.. şokta ve ölümlü Resulün ölmediği iddiasında. Osman b. Affan, Ali b. Ebu Talib dilsiz, suskun ve nutukları tutulmuş… Medine'nin hüznüne yerler, gökler, tabiat her zerresiyle ortak…
Her şey ilk belirtiyle başlamıştı: Bir baş ağrısı! Her sebep, kaderin bir tuğlası, her illet, kaderin bir libası… “ Vay başım” demişti Hz. Aişe o akşam. “Asıl vay benim başım” sözcükleri söyleten bir ağrıydı, bir sebep, bir illet…
Hayber'in fethinde yenilen zehirli bir et parçası, sebebiydi o ağrının, acının, çilenin.“Ey Aişe! Hayber'de tatmış olduğum zehirli etin acısını zaman zaman duyuyorum. Şu anda kalp damarımın koptuğunu duymaktayım”
Resulullah (sav)'in vefatının nedeni olan hastalığı şiddetlenmişti. Ateşler içinde yanıyordu bedeni. Humma nöbeti geçiriyordu: “Bize verilecek ecir ve mükafat kat kat olduğu gibi ibtilalar da Bize böyle kat kat olur” diyordu.[1]
İnsanların en ağır ibtilaya uğrayanlarının Hatem-ül Enbiyası tarif ederken Hummasını “…sizden iki kişinin Humması gibi Hummaya tutuldum” demişti.[2]
Ama O, umursamadı bu illeti, umursamadı bedeni rahatsızlığını. Asıl O'nu endişeye sevk eden ruhunun ızdırabıydı. O'na “Ümmeti! Ümmeti!” (Ümmetim! Ümmetim!) dedirten Muhammedî endişe, Muhammedî ızdırap…
Son yılında her şeyi farklıydı Nebiyi ZiŞan'ın. Her şeyi bir başka… Nazil olan Nasr Suresi kemale eren bir görevin ve ona bağlı olarak çokça yapılan bir istiğfarın işareti oldu. Allah'ı çokça tesbih, hamd ve istiğfar…
O yılın Ramazanında dostu Cebrail'le iki mukabele… Her yıl on günken bu yıl yirmi gün itikaf… Veda Haccı dönüşünde Ğadir-i Humm'da “Ey İnsanlar! Haberiniz olsun ki Ben de ancak bir insanım. Çok sürmez yüce Rabbimin elçisi bana gelecek, Ben de Onun davetine icabet edeceğim” beyanı… Bir kulu Allah, kendisine dünya güzelliklerini vermekle kendi indindekini verme hususunda serbest bıraktı da kul, O'nun yanındaki nimeti seçti” sözleri…
Efradına irtihalini ima eden daha nice işaretler vardı. Hepsi bir tek olan gerçeğin habercisiydi: “Her nefis ölümü tadacaktır.”[3]
Fakat ateşler içinde yanan bedenin acısı, yüreğinin ızdırabıyla, yüreğinin ateşiyle boy ölçüşemiyordu. Mana ateşiydi gönlünü kavuran, ümmet ateşi, “ümmeti” endişe…
Bu ateş, hummadan farklı, hummadan ayrıydı. Gönül ateşi, Muhammedî endişenin ateşi… O'nu hasta yatağından Baki Kabristanına bir gecede üç kere mağfiret dilemeye sevk eden ateş… Uhud şehitleri ve gazilerine dua ettiren, istiğfar dileten endişe ateşi… Son bir bakışı Baki Kabristanına, Uhud Şehitliğine bir elveda gibiydi.
“Ben sizin için, benden sonra müşrikliğe dönersiniz diye korkmam. Dünyaya kapılır, birbirinizi kıskanır, bölünür ve sizden öncekilerin yok olup gitmesi gibi yok olur gidersiniz diye korkarım” dedirten Muhammedî endişenin sahibiydi ateşler içindeki son Nebi.
Hastalığının son günlerini eşlerinin rızasıyla “Hümeyra”sı Aişe'nin evinde geçirdi. Ashab; üzgün, ağlayan, melül ve mahzun… O'da bunun farkındaydı. Ashabıyla iç içe olmanın, onları sevindirmenin telaşına büründü.
Yedi ayrı kuyunun sularıyla yıkandı. Hafifledi kederden. Ashabına ulaştı.
“Niçin ağlıyorlar?”
“Sen öleceksin diye korkuyorlar”
“Ey Fadl! Şu sarığı başıma sar! Tut elimden!”
Son defa minberdeydi. Kelebekler misali etrafına üşüşen ashabındaydı gözü. Onu görmenin bahtiyarlığı okunuyordu yüzlerde.
“Ey İnsanlar! Dedi. “Yakınıma geliniz! Bana haber verildiğine göre: Sizler, Peygamberinizin vefatından korkuyorsunuz. Benden önce gönderilip ümmeti içinde temelli kalmış bir peygamber var mıdır ki, Ben de içinizde temelli kalayım? İyi biliniz ki Ben Rabbime kavuşacağım. Siz de O'na kavuşacaksınız…”
Hayrı, iyiliği, güzel ve yararlı ameli, iyi geçinmeyi, birliği ve beraberliği tavsiye; ayrılıktan, dünya sevgisinden, fitneden… uzak durmaya dair ikaz dolu bir vasiyet irad etti minberden.
“Ümmeti” endişenin yürek yakan ateşiyle…
Pazartesi günüydü günlerden. Halk mescitte Ebu Bekir'in arkasında sabah namazını kılıyordu. Yine o endişenin ateşiydi Ona Aişe'nin odasının mescide açılan kapısındaki perdeyi açtıran.
Cemaate baktı. Uzun uzun saflarında onları seyretti. Memnun ve mütebessimdi. Üzerindeki nakışlı elbisesiyle gülümsedi. Bu anda bile düşüncesi, zihni hep ümmeti ile meşguldu.
Kendinden sonra onların ne hale gelebileceklerini düşünüyor, hesap ediyordu. Ashabını saf tutmuş görmenin, bir server'in tebaasına sevgisiyle gülümsemenin, görevini yapmanın bahtiyarlığına ermişti.
İlerlemedi. Eliyle namaza devam etmelerini işaret etti. Odasına dönüp perdeyi kapattı. Bu, ashabının onu son görüşü oldu. Bir daha o pak yüzünü göremediler.
Şiddetliydi hastalığı. Bir ara kendine gelir gibi oldu. Ehl-i Beyti sevindi. İzin bekleyen Üsame b. Zeyd'i Rumlara saldı. Herkeste bir sevinç, bir coşku, bir heyecan belirdi. İyileşti zan ettiler Rasulullah (sav)'ı, Ebu Bekir (ra) evinin yolunu tutarken, ölümün şiddeti yine yanındaydı Resulün.
Acı ve ızdırap vardı Resulullah(sav)'ta. Ümmü Seleme feryat ederken; Fatıma ağlıyordu. Fısıldaştı sevgili kızıyla. Önce ağladı Fatıma; sonra güldü. Önce hicran sonra vuslat dile getirilmişti. Vuslat müjdesiydi Fatıma'yı güldüren; ilk kavuşacağı Fatımay'dı Nebiyi Zi Şan'a.
Ümmetine son tavsiyeleri; “Namaza! Namaza devam ediniz” idi. Son nefesinde bile
“Namaza! Namaza!” dedi.
Güneş zevale yaklaşıyordu o gün. Mübarek başı Aişe'nin göğsüne dayalıydı. Artık ölüm hali onu sarmıştı. O'nun izniyle Cebrail ile Azrail huzura girmişti.
Yanındaki su dolu kaba ellerini sokup yüzüne gözüne sürüyor. “Lailahe illallah, ölümün acıları varmış” diyordu.
Fatıma artık dayanamayan bir yürekle feryat etti. Babasının acılarına:
“Vah babamın çektiği ızdıraba!”
“Babanda bugünden sonra hiç ızdırap kalmayacak Ey Kızım! Sakın ağlama. Ben öldüğüm zaman, inna lillah ve inna ileyhi raciun, de.”
Sonra İlahi kelamı okudu:
“Muhammed sadece bir peygamberdir. Ondan önce nice Resuller gelip geçti. Şimdi, O ölür veya öldürülürse gerisin geriye mi döneceksiniz?..”[4]
Tekrar yanındaki su kabına iki elini batırıp yüzüne sürdü. “Lailahe illallah, ölümün de akılları başlardan gideren ızdırap ve şiddetleri var.”
Ellerini kaldırdı. Gözlerini evin tavanına dikerken:
“Ey Allah'ım! Refik-i Ala!”[5] dedi.
Mübarek ruhu alınıp alem-i bekaya 63 yaşında uçtu. Ümmetini yetim bırakan bu göç, kim olursa olsun değişmeyen ilahi icraattı.
8 Haziran 2005 günü bu vefatın yıldönümüdür. Kullukta ecel için imtiyazlı olmayı henüz kalem yazmadı. Allah'ın Habibi de ahirete göçenler kervanına, “Kervanın Efendisi” olarak katıldı.
Salat ve selamın en güzeli ona, temiz ailesine, ashabına ve yolunda yürüyenlere olsun.
İnzar Dergisi
[1] Sünen-i Ebu Davud C-4, shf: 175
[2] Sahih-i Buhari C.7 Shf: 3
[3] Enbiya: 35
[4] Al-i İmran: 144
[5] Yüce dost, yani Allah (cc)'a kavuşmayı istemek anlamındadır.