İnsan bu; birisini kendisine rakíb görecek, rekábet ettiği kişinin de kendisinden üstün vasıfları olduğunu bilecek, sonra da içten içe yanmayacak; mümkün mü? İşte bu yakıcı ateşin adına “hased” deniyor.
Kılıç-kalkanın revâcda olduğu eski devirlerde Bizans keferesinin “Grejuva” (Rûm ateşi) dedikleri değişik bir silâhları varmış. İstanbul’u kuşatan yabancı ordulara karşı o ateşi -tahmînen petrolle ilgili, molotof kokteyli gibi bir silâh türü olmalı- kullanırlar; tanımadıkları bir ateşle karşılaşan askerler de ürkerek geri çekilirlermiş. İşte bu “hased” de öyle garîb bir ateş türü. Fakat, bu ateş, kendisini yakan kişiyi yakıyor! Elde patlayan bomba gibi bir şey…
İnsanoğlunun ateşi bulduktan sonra medenîleşmeye adım attığı söylenir. Bu büyük dost, eğer kullanma ta’rîfi bilinmezse veyâ yanlış maksadla kullanılırsa, gerekli tedbîrler de alınmamışsa; illâ büyük zarâr vermekte de gecikmez. Yâni, “ateş” de “bıçak” gibidir; karpuz da kesilir, adam da öldürülür!
Bu “hased” ateşinin ise zerre kadar faydalı tarafı yoktur, sâfî zarârdır. Girdiği kalbi yakar, mahveder. Binâenaleyh, böyle faydasız ve zarârlı bir unsurun insana ârız olması, tedâvîsi olmayan bir hastalık mikrobunun bünyeye girmesi gibi bir şey. İnsana yakışmayan bu ma’nevî mikrobun, insanlığın en son mertebesine yükselme yolundaki bir Mü’mine yakışması ise hiç mümkün değildir. İşte bundan dolayıdır ki, Bedîüzzamân Hazretleri, Mü’minler arasındaki uhuvveti (kardeşliği) zedeleyen üç büyük belâdan birisi olarak “hased” hissini gösterir.
“Tarafgirlik” ve “inâd” hissiyle berâber “Mü’minlerde nifâk ve şikák, kin ve adâvete sebebiyyet veren” üçüncü kötü huy olarak da “hased” maddesini zikreder (Mektûbât, 22. Mektûb, s.270). Diğer ikisi gibi bu üçüncü mezmûm hasletin de “hakíkatca, hikmetce, insâniyyet-i kübrâ olan İslâmiyyetce, hayât-ı şahsiyyece, hayât-ı ictimâıyyece, hayât-ı ma’neviyyece” nasıl “çirkin ve merdûd, muzır ve zulüm” olduğunu güzelce îzâh eder.
İnsan niçin hased eder? Rekábet ettiği veyâ kendisine rakíb gördüğü kişinin üzerinde gördüğü maddî ve ma’nevî fazlalıklardan dolayı, değil mi? Peki, o fazlalıklar, o kişiye gökten mi düşmüştür? Kâinâtta tesâdüfe tesâdüf edilemediğine göre, “Niçin onda var?” dediğimiz fazlalıklar da, bütün âlemi kabza-i tasarrufunda tutan Zât’ın takdîr ettiği ni’metler değil midir? O hâlde, hased eden kişi, farkında olmayarak da olsa, kaderi tenkíd etmiş olmuyor mu? Halbuki, “Kaderi tenkíd eden, başını örse vurur kırar” sözü de o muhterem müellife âittir.
Mezkûr “Uhuvvet Risâlesi” de dediğimiz “22. Mektûb”, “Mü’min” olanları muhâtab almıştır. Kişi hased ettiği zamân -bilerek veyâ bilmeyerek- “kader” inancına aykırı hareket etmiş oluyor ki, taşıdığı “îmân” sıfatı otomatik olarak tahrîbe uğruyor. Bedîüzzamân Hazretleri bu kötü huyların inanca te’sîri noktasından taşıdığı ciddî tehlikelerden dolayı üstüne basa basa “tarafgirlik ve inâd” ile berâber “hased” hissinin de îmân kardeşliğine verdiği zarâra dikkat çekiyor.
Bu üç kötü hasletten bilhassa bu sonuncusu, o hissi taşıyan için bizâtihî belâ olarak yetiyor.
Diyelim ki, Mü’min kişi, diğer Mü’min kardeşine duyduğu hasedden dolayı cemâat anlayışına zarâr verdi de birlik dağıldı veyâ keyfiyyetin ağırlığını düşürdü; görünüşte kendisi bir derece zarâr görmemiş gibi zannedilebilir. Lâkin, “kadere i’tirâz” ma’nâsı taşımasından dolayı inancı zedelendiği gibi, içinde yanan “hased ateşi” dahi başlı başına bir ince hastalık olarak o kişiye yetecektir.
İslâm Âlemine şöyle bir kuşbakışı, bir de çok yakın plandan baktığımızda; Müslüman topluluklara en çok zarâr veren ma’nevî mikropların başında gerçekten de bu “hased” dediğimiz kıskançlık virüsünü görüyoruz. Müslüman cemâatlar bazından devletlere doğru çıtayı yükselttikçe, karşımıza hep bu mikrop çıkıyor. “Niye bende yok da onda var? Neden ben değil de o?” zihniyeti, piramidin alt tabanından zirvesine kadar her yerde kendisini hissettiriyor. O yüzden de bir türlü ne cemâatlar arasında ciddî “ittifâk”, ne de devletler arasında ciddî “ittifâk” kurulabiliyor.
En âmî kişi de artık biliyor ki; Müslümanlar omuz omuza vermediği, bir tarağın dişleri gibi aynı gáye etrâfında dizilmediği, bir binânın taşları gibi sımsıkı kenetlenmediği müddetçe ne ferden, ne cemâaten, ne de ümmeten kurtuluş ümidi yoktur, olamaz! Ne zamân bir buçuk milyar inanan insan etten duvar olmayı becerir; işte o zamân İslâm Âlemini çepe çevre kuşatan demir prangalar kırılır, işte o zamân kendi zenginlik kaynaklarımız kendi insanımızın refâhı için kullanılır hâle gelir. Yoksa, on binlerce kilometre öteden demirden zırhlarla ve çelikten kuşlarla gelen Haçlı sürüleri hem topraklarımızı işgál eder, hem hürriyyetlerimizi kendi arzusuna göre şekillendirir, hem nâmusumuzu pâyimâl eder, hem de bizim yiyemediklerimizi âfiyetle yer, kazûrâtını da angarya olarak bize bırakır!
Hani, “hased” dediğimiz ateş, kendisini yakan kişiyi yakardı ya; hasedin çapı ferd planından devlet planına doğru yükseldikçe, hem ateşin mikdârı ve hem de çapı gittikçe büyüyor. Bu sefer koca koca devletlerin -bir avuç mutlu azınlık dışındaki- tebaaları o ateşin içine düşüyor, yangının şekli, cinsi ve büyüklüğüne göre herkes hissesini o ateşten alıyor. Ferd planında kalan ateş, “Külüm yok, dumanım yok” türünden görünmez bir ateş olarak yakarken; devlet bazına çıktığı vakit, artık kitleler Pavarotti oluyorlar. Irak, Filistin, Bosna, Keşmir, Doğu Türkistan, Çeçenistan, Afganistan ve koca bir İslâm coğrafyası bize bir ibret levhası olarak yetmez mi?
Hastalığın temelinde ise çok basit, gözle bile görülmeyen virüslerin yattığını ehli görmüş, bize haber de vermiş. Pek çoğu hevâ-i nefsin zırvalarından ibâret olan günlük hayhuylarımızdan başımızı azıcık kaldırma zahmetine katlanır da, Allâh (cc)’nün Kitâbındaki “İnneme’l-mü’minûne ihvetün” kelâmına, Rasûlü (asm)’ın teblîğindeki “Ey Allâh’ın kulları kardeş olunuz” fermânına, asrında vâris-i Nebevî olan Bedîüzzamân (ra)’ın “Uhuvvet Risâlesi” isimli eserine bakma fırsatı bulursak; derdimizin dermânını da bulmakta gecikmiş olmayız inşâallah.
Bu yolun ortası yoktur, iki görünüyor. Ya Mü’min kardeşlerimize karşı içimizden doğan hased ve kıskançlık hissine yol vermekte devâm ederek hem kendi rûhumuzu ateşler içinde bırakacağız, hem de “Ve lâ teferrakú” (Ayrılmayın!) âyetine muhâlefet etmek sûretiyle Müslümanların birliğine bir dinamit de biz koymuş olacağız; ya da Kur’ân eczâhânesinden alınıp bize takdîm edilen “îmân” reçetesine sarılarak içimizdeki hased ve kıskançlık ateşinin itfâiyecisi olacağız. Birinci yol ne kadar kolay görünüyorsa, ikincisi de o kadar zor gözüküyor. Velâkin, imtihân da bu değil midir zâten?
Yakın plana dönecek olursak; aynı inancı paylaşan bir mü’minler topluluğu içinde zâten her bir ferd diğerinin aynısı hükmüne geçtiğine göre, her ferdin ma’nevî kazancı da -nûrâniyyet sırrıyla- hiç kendisinden eksilmeden diğer kardeşlerinin de defterlerine geçtiğine göre, bu “hased” denilen kıskançlık mikrobunun canlanmasında aklen ve mantıkan bir sebeb zâten yok ki! Olmayan şeyin kavgasını mı vereceğiz?
“Tarafgirlik, inâd ve hased” denen üçlünün bir an önce İslâm topraklarını terk etmesi gerekmektedir. Bu üç ahlâksızı bizzât Rabbimize şikâyet ediyoruz, başımıza açtıklarından muztaribiz. Onlar gitsin ki, yerlerine “İslâm kardeşliği” gelebilsin. Ancak o zamân dertlerimize dermân gelecek, ağlayan yüzlerimiz gülebilecektir. Eğer biz kendi irâdemizle “İttihâd-ı İslâm” hedefine giden yolu açma gayretinde bulunmazsak; semâvî âlemin buldozerleri yolu açmaya geldiklerinde, bizi de kaya niyetine sürükleyip götürecektir.
İrâdemizi istediğimiz tarafa kullanmakta serbestiz…
İnzar Dergisi