Siyonist işgal çetesinin Genelkurmay Başkanı Aviv Kochavi’nin, sivil yerleşim alanları dahi olsa Lübnan ve Gazze Şeridi'ndeki hedefleri vurabileceklerine dair açıklamasını okuduğumda ve küresel güç odaklarından herhangi bir eleştiri ifadesi görmediğimde şaşırmadım.
İnsani değerler öylesine aşınmış ki, artık şaşırmamak gerekiyor.
Savaşta bile ahlaki değerlere bağlı kalmak, siviller ve sivil alanlara yönelik saldırılardan kaçınmak, yasaklı silahları kullanmamak, yakıp tahrip etmemek artık istisnai durumlar olarak ortaya çıkıyor.
Devletler ya da hareketler “insanlık dışı” eylemler vuku bulduğunda kendilerini sorgulayacaklarına ellerindeki imkanlarla karşılarındakinin “kötü” eylemlerini öne çıkarıyorlar.
Ve bu bir kısır döngü şeklinde devam ediyor.
Hayır, sadece emperyalist işgalcileri, ideolojik bağnazlıkla dünyaya bakan ülke ve grupları kastetmiyorum!
Maalesef İslam dünyasında da “savaş hukukunu” İslami değerlere göre yürütenlere rastlamak neredeyse imkansız hale gelmiş durumda.
Sivillerin ve sivil alanların bombalanması ve yerle bir edilmesi sonrası ele geçirilen yerlerde zafer kazandıklarını düşünenler bile var.
Yakma, yıkma, yasaklı silahlar kullanma, kuşatıp açlığa mahkum etme, kameralar karşısında infazlarla dehşet uyandırma, teslim olanları infaz etme…
Birbirine karşı çıkan, birbirini kınayan kişilerin Allah’tan af dileyip yaptıklarından el çekmesi yerine süreç içerisinde birbirine benzemesine şahitlik ediyoruz.
“Savaş, ölünce değil düşmana benzeyince kaybedilir” demişti Aliya İzzetbegoviç.
Bosna’daki savaşın en zor günlerinde, Sırpların yaptıkları mezalimden bahsederek, kendilerinin de onlar gibi sivillere yönelik saldırılar yapmalarını teklif eden askerlerine verdiği cevap okunup geçilecek türden değildir: “Sırplar bizim düşmanımız, öğretmenimiz değil!”
Kimse anlamıyor!
İslam’ın ahlak ve adalet ilkelerinin Müslümanlarca ayaklar altına alındığı yerlerde kimse zafer kazanamaz!
Tek zafer şeytan ve dostlarınındır ki, vesvese ve iğvalarıyla Müslümanları yoldan saptırmışlardır.
Oysa öylesine temiz örneklerimiz var ki…
Hicretin 8. Yılı…
Peygamber aleyhissalatu vesselamın Bizans’ın Busra valisine gönderdiği elçisi Haris b. Umeyr, şehid edilince bunun hesabını sormak için bir ordu hazırlandı.
Hedef Mute’ydi, amaç ahlak, ilke ve teamül tanımayan güçlere insanlık değerleri için gerekirse savaşılabileceğini göstermekti.
Zeyd b. Hârise kumandasındaki ordu hareket ettiğinde “Peygamber şairi” olarak bilinen Abdullah b. Revâha, Peygamber Efendimizin huzuruna geldi:
-Ya Rasulallah! Bana ezberleyeceğim ve aklımdan hiç çıkarmayacağım bir tavsiyede bulunur musunuz? dedi.
Rasulullah aleyhissalatu vesselam buyurdu:
“Sen, yarın Allah’a pek az secde edilen bir ülkeye varacaksın. Orada secdeleri çoğalt!”
Dikkatinizi çekmek isterim; savaşa giden birine yapılan tavsiyedir bu!
Revaha’nın oğlu, sanki ayrılık vaktinin geldiğini anlamış gibi taleplerini sürdürdü:
“Ya Rasulallah! Bana nasihatinizi artırır mısınız?”
“Allah Teâlâ’yı zikret, çünkü Allah Teâlâ’yı zikir, umduğuna kavuşmanda sana yardımcı olur.”
Zikretme her an hatırda tutmadır. Allah’ı çokça zikreden kimse O’nun emirlerine uymaya, yasakladıklarından sakınmaya gayret gösterir.
Efendimiz, savaşa hazırlanan erlerle beraber yürüdü.
İslam Ordusu, Medine dışındaki hurmalıklara gelince, Aziz Peygamber son emirlerini verdi:
“Çocukları, kadınları, âmâları sakın öldürmeyin. Evleri yıkıp, ağaçları yakıp harap etmeyin.”
Efendimiz, “en güzel örnek”ti.
Efendimiz, vahyin taşıyıcısı ve “Yürüyen Kur’an”dı.
Ve Efendimiz’in “savaş ahlakı” buydu.
“Çocukları, kadınları, âmâları sakın öldürmeyin. Evleri yıkıp, ağaçları yakıp harap etmeyin.”