Seçimlerin yenilenmesine hükmedildi ve sandıklarla ilgili bir takım soruşturmalar açıldı.
Tüm bunlara karşı Gezi Olayları benzeri bir tepki olabilir mi deniyordu. Şükür ki olmadı.
Aslında YSK’nın açıklamasının ardından kimi yerlerde kısmen bir hareketlenme olsa da, sanki bu şekilde bir reaksiyonun seçim çalışmalarına kanalize edilmesi gereken enerjiyi heba edebileceği fikri galip geldi.
Mazbatası iptal edilen tarafın artık İstanbul’a hizmetten ziyade mağduriyet algısı üzerinden yürüteceği çalışmanın, toplum vicdanında karşılık bulması için tabi ki her türlü şiddetten ve yıkıcı, rahatsız edici görüntüden uzak durulması talimatı verilmiştir.
Hak arama yeri olarak sokağın tercih edilmemesi, güvenlik odaklı kritik süreçleri sürpriz bir şekilde durdurmuş oldu.
Bu durumda, “hakkımız yendi” diyenler, ekstradan birkaç puan almış mıdır? Bunun birkaç şarta bağlı olduğu aşikardır.
Birincisi; İyi etüd edilmiş vicdani soft yöntemler, kitlelerin sempatisi için elbette ki son derece başarılıdır. Yalnız, kahramanların kendileri ve aidiyetleri temiz bir sicile sahip olmalıdır.
İdamlarla, darbelerle, çeşit çeşit zulümle kayıtlı olan bir özgeçmiş; toplumun hafızasında, maalesef kırmızı başlıklı kız masalındaki kurt kadar bile şirin durmuyor.
Halkın adeta tiksinir hale geldiği ahlaki yozlaşmanın öznesi olan kimi sanatçıların da senaryoya dahil edilmesi, bir kazanca işaret etmiyor. Çözüm sürecinde olduğu gibi sanatın dışında kullanılan şöhretler, meseleyi sulandırmaktan başka bir netice vermiyor.
Yine Osmanlı ile arasındaki engelleri kaldırmaya yönelik kültürel çabaları organize eden veya gençlik için müspet alanlar açan kuruluşların ve hatta İmam Hatip Liselerinin hedefe konması da mezkur cenahın sabıkasını daha hızlı zihne getiriyor.
İkincisi; “bakın hakimler eliyle bize ne büyük bir haksızlık yaptılar” söyleminin ihtiyaç duyduğu delillerin aksine, neredeyse bütün pazarların müşterileri; “bakın oylarımızı nasıl çalmışlar” mottosunu satın aldılar. Hem de bir dizi belgeyle..
Bu noktada, ya herkesin elinde bulunun ve oyların yer değiştirdiğini gösteren belgelerin toplanması ya da o usulsüzlüklerle ilgili bilgilerin unutturulması gerekecektir.
Üçüncüsü; Her konuda olduğu gibi, siyasette de kuralların ve kurulların önceden tarafların rızasıyla tesis edilip onaylanması, ortaya çıkan sonuçla ilgili eleştirileri, görecelilikle etiketlemektedir.
Mesela, kaybedilen maçlarda sıklıkla söylenen hakem faktörünün, geçici bir teselli görülerek, kaâle alınmaması da bu yüzdendir.
Haliyle, YSK’nın filan yerde ve filan zamanda lehte verdiği hüküm için; “adalet yerini buldu”, başka yerdeki aleyhte tasarrufu içinse; “talimat aldılar” deme çelişkisi, hissi bir savrulmanın ötesinde, inandırıcılığı zedeler.
Bu seçim yenileme kararının asıl üzerinde durulması gereken yönü, “beka” sözcüğünün bu son toplantı öncesinde defaâtle telaffuz edilmiş olmasıdır.
İstanbul’un yerel yönetiminin devletin bekasıyla alakası, CHP’nin HDP’den aldığı desteğe mi, yoksa perde arkasındaki dış bileşenlere mi irca olunuyor henüz ifşa edilmiş değil.
Peki, yenilendiğinde tablo ne olur? Üzerine “beka” notu bırakmak yeterli midir? Biraz zor.
Çünkü seçmenin kanaatleri, bütün için ifade edilen “beka”dan önce parça için tuşlanan “bizimki” modunda şekillenmektedir.
Hatalardan ders çıkarıldığına dair sağlam veriler olmadan neler değişir sorusu da orta yerde durmaktadır.
Dolayısıyla, İstanbul’da yenilenen; seçim değil sınavdır desek abartmış olmayız.