Maddi ve manevi olan iki boyutlu bir dünyada yaşıyoruz. Beden ve ruhtan oluşan ikili bir yapımız var. Dünyevi ve uhrevi olan ikili bir hayatımız var. Maddi âleme ilişkin bildiklerimiz konusundan insanlığın ortaya koyduğu ilmi çabalar ve tecrübelerle ortak bazı kanaatler oluşmuştur. Ancak manevi âleme ve ya ahirete ilişkin bilgilerimiz daha çok vahyi kaynaklıdır. Uhrevi dünyaya dair bilgileri akla yakın hale getirmek ve kolay anlaşılır kılmak için şehadet konuşunu maddi âlemden örneklerle açıklamak niyetindeyim.
İnsanların dünya hayatında ulaşmak istedikleri bir takım mevki ve makamlar vardır. Kimisi zenginlik getiren meslekler kimisi de şöhret kazandıran makamlardır. Çocuklarımızın doktor, avukat, hakim vb. meslekleri edinmeleri için gösterilen çabalar ortadadır. Neredeyse konuşmaya ve yürümeye başlar başlamaz verilen eğitimler, tabi tutulan kurslar, gönderilen özel okullar hepimizin malumudur. Siyasi mevki makamlar için harcanan çabalar bazen mide bulandırıcı düzeylerde süre gitmektedir. İnsanların bu mevki ve makamları elde etmek için belli sınavlara tabi olmak sınavlardan geçmek giderek zorlaşan okullarda okumak zorunda kaldıklarını çok iyi biliriz.
Yine dünya mevki ve makamlar gibi uhrevi ya da manevi makamların olduğunu da biliriz. Salihler, Sıddıklar, Zakirler, Şakirler, mücahitler, murabitler, veliler, müridler, mürşidler, müçtehidler gibi. İşte bu manevi makamların en yücesi Peygamberlikten sonra ki ŞEHADET makamıdır. Şehadetin Ayet ve Hadislerle nasıl övüldüğünü kısa bir araştırma ile öğrenebiliriz. Üzerinde durmak istediğim konu bu değildir.
Dünyevi mevkiler için mektepler imtihanlar bazen uykusuz geceler, ciddi masraflar gerekir de manevi makamlar için bunlar gerekmez mi? Kuşkusuz bunlar için de âlim yetiştiren medreselerimiz, zahit yetiştiren tekke ve zaviyelerimiz gibi şehadet mekteplerimiz de vardı. Kafirler, bizim ilmiye ve seyfiyeyi bozmamız, ilimden takvadan uzaklaşıp manevi makamlarımızı tahrip etmemizden istifade ile cihat meydanlarından bizi mağlup ettikten sonra bu müesseselerimizi yok ettiler. Medreseler, tekkeler ve zaviyeler kapatılmakla yetinilmedi, Cihad adeta literatürümüzden çıkartıldı. Gelinen noktada “cihad farzı” neredeyse evrensel düzeyde suç sayılmaya başlandı. “Cihadizm” diye uyduruk bir kavram ile “terörizm” çağrıştırılarak insanlar cihattan uzaklaştırılmaya başlandı. Şehitlik makamı için zorunlu olan cihad okulları olmayınca ya da adeta üzerine beton dökülürcesine kapatılınca insanlar şehitliği “yasal şehitlikten” ibaret sanmaya başladılar. Görev şehidi, terör şehidi gibi.
Çocukluk/gençlik yıllarımızda muhtelif coğrafyalarda cihad hareketleri başlayınca şehitler verilmeye başlandı, bize de dünya haritasında yerini bilemediğimiz eritre, moro ve bize nisbeten yakın Çeçen, Afgan, Boşnak, Hama ve Gazze şehitlerinin hayatlarını, onlar için yazılan şiirleri besteleri marşları okumak düştü. Ülkemizde henüz bir cihad mektebi yoktu. Neslimizden şehitler verme şansımız yoktu. Şehrinde Tıp ve Hukuk Fakültesi olmayanların çocuklarını başka şehirlere göndermesi gibi bizim şehit olmak isteyen gençlerimiz de ülke dışına çıkmak zorunda kalıyorlardı.
Şükürler olsun Rabbime ki yaklaşık 35 yıl kadar önce bizim de bir cihad ya da başka bir ifade ile şehadet mektebimiz oldu. 10/15 yıl içinde ilk mezunlar verilmeye başlandı. Şehidler kervanımız yola çıktı ve hamdolsun yoluna devam etmektedir. Bizim de cennette bizi bekleyen, yakından tanıdığımız, ya ana babası olduğumuz, ya öğretmeni olduğumuz ya da çocuklarımızın öğretmeni olan abilerimiz kardeşlerimiz hatta Yasin gibi yavrularımız var. Evet valilerimiz, bakanlarımız, koca koca iş adamlarımız yok ama Rabbime hamdolsun bizim de şehitlerimiz var.
Şehadet mektebimizin temellerini atan sonra da tertemiz kanlarıyla tahkim eden rehberlerimize minnettarız. Ümmetin, özellikle Kürdistan'ın izzet ve şerefinin teminatı olan bu mektepleri dimdik ayakta tutmak boynumuzun borcudur.