“Türkiye, Kürt sorununu bugüne kadar neden çözemedi” sorusuna ilgi duyanların önüne çıkan en çarpıcı ve kilit örnek, elbette Şeyh Said olayıdır. 1925’in şubatında başlayan ve giderek isyana dönüşen olay, Şeyh Said ve arkadaşlarının idamı ve bölgede büyük bir yıkımla sonuçlanır. Onu başka ayaklanmalar, bastırma ve katliamlar takip eder.
Şeyh Said ve arkadaşlarının yargılandığı davanın başsavcısı Ahmet Süreyya Örgeevren, anılarını yıllar sonra yazdı. Dünya gazetesinde 14 Nisan 1957- 26 Temmuz 1957 tarihleri arasında yayımlanan anılar, geçmiş yıllarda kitap olarak da basıldı.( Haz. Osman Selim Kocahanoğlu, Temel Yay., 2002 İstanbul)
Şeyh Sait İsyanı ve Şark İstiklal Mahkemesi başlıklı kitap, Şeyh Said olayının başlamasından itibaren Meclis’te yaşanan tartışmaları da dâhil ederek, idamlara kadarki bütün gelişmeleri anlatıyor.
Bu olay gerekçe gösterilerek Takrir-i Sükûn Kanunu çıkarıldı ve İstiklal Mahkemeleri faaliyete geçti. İstiklal Mahkemeleri, “verdikleri idam kararlarını Meclis’in onayına gerek duymadan infaz etmeye” de kanunla yetkili kılındılar.
Otoriter rejimin sistematik bir şekilde inşasına başlanması için önce hükümet değiştirildi. Dönemin başbakanı Fethi (Okyar) Bey, isyanın yerel bir olay olduğunu, bütün ülkeyi bir baskı rejimi altına sokmanın anlamsızlığını anlatmaya çalıştı. Dinletemedi. Mustafa Kemal tarafından onun yerine atanan İsmet İnönü, bastırma hareketinin ve geri dönüşü olmayan bir dönemin fitilini ateşledi.
Fethi Bey, 2 Mart 1341’deki (1925) istifasından önce, Halk Partisi Meclis Grubu’nda şunları söyledi:“Anlıyorum ki, arkadaşlarım isyana karşı hükümetimin almış bulunduğu tedbirleri yeter görmeyerek daha geniş, daha şedit (şiddetli) tedbirler alınmasını istiyorlar. Ben hadisenin lüzum gösterdiği tedbirleri ve bu tedbirler isyanı bastırmak için kâfidir kanaatinde bulunuyorum. Daha şedit tedbirlerle elimi kana sürmek istemiyorum. Ve sizlerin şahsında itimatlarımızı kaybetmiş olduğum kanaatiyle Başvekâletten çekiliyorum.”
Fethi Bey’in “elimi kana sürmek istemiyorum” sözü, yeni rejimin Kürt meselesine nasıl yaklaşacağına dair önemli bir ipucuydu.
İsmet Paşa başbakanlık koltuğuna oturdu; 4 Mart 1925’te, Takrir-i Sükûn Kanunu çıkarıldı. İdam kararlarının tasdik ve infazı, İstiklal Mahkemeleri’ne verildi.
“28 Haziran 1925 İstiklal Mahkemesi”nden çıkan ve Şeyh Said’le arkadaşlarının idamına karar verilen son celsede gerekçe özetle şöyleydi: “Müstakil bir İslam- Kürt hükümeti kurmak maksat ve gayesiyle isyan etmek...”
Vasiyeti çocuklarına verilmedi
Başsavcı Ahmet Süreyya, idam öncesinde Şeyh Said’in kendisini vasi tayin ettiğini ve vasiyetnamesini hazırladığını yazmış: “Nitekim; Şeyh Sait idamından biraz önce tevkifhanede yazdığı bir vasiyetname ile beni bu vasiyetin icrası için vasi nasb ve tayin etmiş bu vasiyetnamesi asılmasından sonra bana verilmişti. Bu vasiyet; üzerinde bulunan ve maliye veznesine verilmiş olan parasından veresesinden kimlere verilmesine ve kendisi için mezar yaptırılmasına dairdi... Mahkemenin müddeiumumîsi bulunduğum için, şeyhin vasisi sıfatıyla bu vesayeti kabul ve icra edemezdim. Onun için resmî ve itimat edilir bir el ile vasiyetinin yerine getirilmesi için vasiyetnameyi Ankara’da İçişleri Bakanlığına göndermiştim.”
Şeyh Said’in ne mezarı yaptırıldı, ne de vasiyeti açıklandı... Vasiyetnamesi sanırım İçişleri Bakanlığı’nda duruyor... Şeyh Said’in öyküsü, Kürt meselesinin yakın geçmişine ışık tutmanın ötesinde; Türkiye’de “insanın yakın tarihi”nin, “insana verilen değerin yakın tarihi”nin öyküsüdür.
“Devlet aklında şu an gerçek bir değişim var mı” sorgulamaları içinde olanların, tarihe biraz daha fazla zaman ayırmalarında yarar var.
(Taraf / Oral Çalışlar)