Malum Şubat ayındayız. Yani şehadet ayı. Mart gelmeden söyleyeceklerimizi söyleyelim de içimizde bir şey kalmasın.
Bir vesile ile memleketime gitmiştim. Hemşerilerim şubat ayı münasebetiyle ile düzenleyecekleri şehadet gecesine, konuşmacı olarak beni davet etme nezaketinde bulundular.
Mezarlıklarında yirmi civarında şehidin yattığı bir köyde düzenlenmişti program. Hitap edeceklerim; şehidlerin babaları, çocukları, eşleri veya kardeşleriydi.
Şehid olmak için ellerinden gelen tüm gayreti gösteren ama olamayan ve en yakınlarını bu davaya kurban verenlere, benim gibi aciz biri şehadeti anlatacaktı.
Eşyanın tabiatına zıt olmasına rağmen, utana-sıkıla çıktım kürsüye. Ön tarafa gençler dizilmişti. Allah’ım, bunlardan bazıları o şehidlerin çocuklarıydı. Sağ ve solumdakiler ise; babaları, kardeşleri veya eşleriydi. Üst katta perde gerisinde duran bacılar; onların anneleri, eşleri veya kız kardeşleriydi.
Rutin bir ayet ve hadis harmanlaması yaparak; “Şehidlerin ölmediğinden, onların daim diri olduğundan” dem vurabilirdim. Tereciye tere satmak gibi bir şey olurdu bu.
“Hiç kimse dünyaya geri gelmek istemez ama şehidler tekrar tekrar şehadeti yaşamak arzusuyla geri gelmek isterler” şeklinde nutuklar atabilirdim. Ancak karşımdakiler zaten tekrar tekrar dirilmeyi göze alanlardan müteşekkildi.
“Onlar Allah katında nimetlenmektedirler” diye şehidlerin hâlihazırda almış oldukları ödüllerden bahsedebilirdim. Mutlak manada buna inananlara ve belirttiğim mükâfatları almak için evlatlarını gönderenlere, bu minval üzere söyleyeceklerim, malumun ilamından başka bir şey ifade etmeyecekti.
Offf, ne kadar da zor imiş şehadeti yaşayan ve şahid olanlara şehidliği anlatmak. Yani bütün ayet ve hadisleri sıraladıktan sonra biri çıkıp; “Geç bunları biz bunları biliyor ve en önemlisi yaşıyoruz” derse, yüzümün gireceği şekli hayal dahi edemiyordum.
Ne yapsam, ne etsem ve de ne söylesem? Abartısız olarak ifade edeyim ki; dünyanın en elit kesimine hitap etme cesaretimin, bu samimi, has, ihlaslı ve de ayetleri anlatan değil de yaşayan insanlara karşı, nasıl korkuya dönüştüğünü burada yazmaktan dahi acizim. Siz varın onların karşısında kürsüdeki halimi düşünün.
İyisi mi eskileri yâd etmekti. Onlarla yol arkadaşlığı yapmaktan aldığım cesaretle, bir iki kelam eskileri hatırlamak, onların yaşadıklarını yine onlara anlatmaktan başka çarem yoktu.
Hani, Allah’tan affımızı o eski zamanların yüzü suyu hürmetine dilediğimiz anları anlatacaktım. Yoksa yere döşenen bir mayının patlaması sonucu; evlatlarının, bacılarının, babalarının, eşlerinin parçalanmış bedenlerini tarlalardan toplayan, topladıkları azaları torbalara doldurup defnedenlere, ben neyi nasıl anlatabilirdim?
Kuşkusuz, amasız, şüphesiz, tereddütsüz, lakinsiz bir şekilde; mutlak manada ayetleri pratikte yaşayan Hüseynî talebeleri anlatmaktan aciz; şu yazıyı yazmak kadar başka hiç bir yazıda zorlanmayan; onlardan sonra aldığım bilmem kaçıncı nefeste yaşadıklarımdan mütevellit, ahirette ayakkabıları arasında yaşamaya razı bir itaatle; onlarla aynı zaman ve mekanı paylaşmışlığımın verdiği hürmetle; yâd ve hatıralarımın hafızamdaki nakışlarını ilmek ilmek anlatabilmekti benimkisi sadece.
Kabul görmesi dileği ile.