HALEPÇENİN FERYADI
“Onlara yeryüzünde fesat çıkarmayın denildiğinde, ‘hayır, biz sadece ıslah edicileriz derler. Bilesiniz ki onlar bozguncuların ta kendileridir; fakat bunu anlamazlar.”[1]
1979 yılında gerçekleşen İslam inkılâbından rahatsız olan zamanın firavunu ABD, tarihler 1980 yılını gösterdiğinde uşaklarından, Irak’ın başındaki Saddam’ı ve avenesini İran’ın üzerine saldı. Kokuşmuş medeniyetin kaynağından beslenen bu insanlık düşmanı canavar, uşağına politik destekle beraber her türlü silah yardımını da esirgemedi. Zira menfaatleri doğrultusunda kural koyan kendisi ve icrasının ölçüsüz ölçüsünü koyan da yine o. Aslında İran’da gerçekleşen devrimin rengi İslami olmasaydı dahi bu canavar yine menfaatlerini en azından yerli bir güçle bölüşmek durumunda kalacağından yine kapışacaktı. Ancak karşıdaki İslam olunca bu kez kural tanımazlık zirveye çıkmıştı. Zira zalimler menfaat bölüşümüne gidebilir; ancak İslam hiçbir zaman zulümle uyuşmayan adaletin kaynağıdır. Bu durum da düşmanlığını pekiştiriyordu.
Savaşın 8. yılına gelindiğinde gözler, Müslüman kardeşlerine silah doğrultmayı reddeden İslami hassasiyeti ağır basan halkın çoğunluğunu Kürt kardeşlerimizin oluşturduğu, Halepçe kentindeydi. Ve Halepçeliler 16 Mart 1988 sabahına farklı bir atmosferle uyandı. Kendilerini rab olarak gören bu zavallılar bu güzelim insanların nefes almasına dahi tahammül edememiş ve asrın demokrasi (!), özgürlük (!) ve insan hakları (!) etiketli yeni keşfi olan kimyasal ve biyolojik silahlar kullanılmıştı. Çığlık atamadılar… Zira zalimlerin buna dahi tahammülleri yoktu. Zulmünde seleflerinden geri kalır tarafları da yoktu. Ve adi işbirlikçi olmaktan başka bir şey değillerdi. Kaderin cilvesine bakın ki yeryüzünde zaman zaman zalimleri zalimlerle savarak adaleti tesis eden Mutlak Kudret Sahibi Hazreti Allah gün gelecek bu adi işbirlikçiyi, efendisiyle savacaktı. Ancak bu dava büyük ve sadece Mahkeme-i Kübra bunu halleder. Zira bu davada binlerce mazlumun feryadı var. Beş bini aşkın insan feci şekilde katledilmiş, 17 bini ise ciddi ve kalıcı sağlık sorunlarıyla baş başa bırakılmıştı.
Manzara dehşet vericiydi. Anne kucağında bebeler, torunu ile kaçmaya çalışan dedeler, sokakta cıvıldaşan çocukların artık sevinç çığlıkları, sessiz feryatlar olarak Rabblerinin huzuruna varıyorlardı.
Ya Rabb! Ahiret olmazsa, cennet-cehennem olmazsa, mazlumun ahı yerde kalsa ne anlamı olurdu varlığın? Sana şanına ve azametine, adaletine layık hamd u senalar olsun ki ahiret var ve mahkeme-i kübra var. Yine hamd olsun ki “cehennem lüzumsuz değil” anlayışını gönlümüze imanla nakşettin.
“Kim bir cana veya yeryüzünde fesada karşılık olmaksızın bir kimseyi öldürürse bütün insanları öldürmüş gibi olur…”[2]
Peki, onca Müslüman’ı acımasızca katleden sistemin destekçileri kimlerdi. Şüphesiz ki burda da en ön planda yine Büyük Şeytan Amerika’yı görmekteyiz. Kendi dillerinden şöyle diyeceklerdi: “American Type Culture firması, ABD Ticaret Bakanlığı'nın onayı ile Irak'a şarbon, e-coli, botulizm ve diğer korkunç biyolojik hastalıklara yol açacak çeşitli biyolojik silah malzemeleri temin etmiştir.”[3]
Esas itibariyle hepimizin kabul ettiği bir gerçek var ki onu ciddi manada idrak etmek gerekiyor. İslam’a ve insanlığa kendi kişisel veya devletsel çıkarları için düşman olanlar tüm yok edici gayri insani yolları kullanmaktan çekinmezler. Bu sistemin adı ne olursa olsun bu böyledir. İşte bu kokuşmuş medeniyetin Halepçe’yi ve Halepçeleri sonuç veren başka belgeleri:
“Irak'ın Aralık 2002'de BM'ye sunduğu silah bildiriminde yazılanlar, 1991 Körfez Savaşı’na kadar hangi ülkelerin Irak'a hangi silah ve malzemeleri sattığını ortaya koydu. BM Güvenlik Konseyi'ne sunulan raporda, Irak'ın silahlandırılmasında 1991 yılına değin en çok ABD ve Alman şirketlerinin adı geçmekteydi. 80'den fazla Alman ve 75 Amerikan şirketi Irak'a çeşitli silahları satmıştı.” Dünya piyasasına zehir pazarlayan zehirli medeniyet ürünü bu gücün bugününe bakar mısınız? Nasıl da utanmaz yüzüyle kendisini aklıyor ve İslam ülkelerinde terörist namı vererek Müslüman avına çıkıyor. “Medeniyetin günahları iyiliklerine galebe edip, seyyiatı hasenatına racih gelmekle, beşer iki harbi umumi (dünya savaşı) ile iki dehşetli tokat yiyip, o günahkâr medeniyeti zir ü zeber edip öyle bir kustu ki, yeryüzünü kanla bulaştırdı.”[4]
Ya Rabb! Başta Halepçe olmak üzere dünyanın diğer coğrafyalarında şehid edilen kardeşlerimizin akan kanlarının heder olmaması için biz Müslümanlara azimle yoğrulmuş kutlu bir mücadele ruhu bahşeyle. Şehidlerimizin geride bıraktıkları anne-baba, eş ve çocuklarına ise katından bir mükâfat ile sabr-ı cemil nasib eyle (âmin velhamdulillahi Rabbil Âlemin)
Çığlığını duydum da ben donakaldım ey Halepçe
Nasıl bir Müslümanlık ki zalime karşı el pençe
Ensesindeyim zalimin ensesinde gündüz gece
Senin hesabın sormaya engel değil şu kelepçe
Senin libasın şehadet, sevin sen onunla sevin
Gayrı ırak değil sana sıcacık ocağın, evin
Gam bizlere, dert bizlere, hem yağıyor hem boğuyor
Ardından açılabilsek gönüller olacak evin
ŞEHİD ŞEYH AHMET YASİN
“Allah’ın ayetlerini inkâr edenler, haksız yere peygamberleri öldürenler ve insanlardan adaleti emredenleri öldürenler var ya! İşte onlara elem verici bir azabı müjdele. Onlar dünyada da ahirette de işleri boşa çıkacak olanlardır. Onların hiç yardımcıları yoktur.”[5]
Şanı yüce Rabbimize hamd, onun Resul-i Ekrem’ine salât u selam ve kutlu yolunun etbaına selam olsun. İnsanları yoktan vücuda getiren Rabbimiz onları bir misyon doğrultusunda yaşayabilecek bir fıtrat üzere yarattı. Onlardan kimileri Rabblerini tanıyıp, onun buyruklarını misyon ve dava, rızasını yegane amaç edinirken kimileriyse gaflet ve dalalet bataklıklarından kendi nefislerinin ve hakka dayanmayan çirkin amaçlarının misyoneri oldular.
Şehadet yıldönümünü idrak etmiş olduğumuz Şeyh Ahmet Yasin (ra) de Rabbini tanıyıp onun yoluna gönül veren ender İslam rehberlerinden biridir. İslam davasını sevda edinmiş ve ömrünü bu uğurda feda etmekten çekinmemiştir. Gerçek dava adamı o kimsedir ki endişesi, derdi davasıdır; yani kendisinin sebeb-i hilkatine uygun bir yaşam sürmesidir. Bunu yaşantısıyla da ispatlamış bulunan Şehidimizin (ra) deyimiyle “Endişesi kendisi için değil, davası için olan kimse” hakkıyla dava adamıdır. Bunu sair İslam rehberlerinde de görmek mümkündür. O Üstad Bediüzzaman (ra) değil miydi ki Van kalesinden düşerken canı aklının ucundan geçmemiş “Ah davam!” diye haykırmış ve bu hakikati gün gibi göstermişti. Yine Şehid Said-i Palevi (ra) idam sehpasında “Değersiz dallarda asılmama pervam yoktur, şüphesiz mücadelem Allah ve din içindir” diyerek şehadetiyle Allah nezdinde dava sahiplerine tanıklık etmiş ve bu yolda en güzel tablolardan biri olmuştur. Bunu kendilerine rahmet dilediğimiz sair dava erlerinde de açıkça görmek mümkündür. Allah cümlesinin gayretlerini makbul buyursun ve cennette cemali ve rızasıyla serfiraz kılsın. Âmin.
Şeyh Ahmet Yasin (ra) Filistin Aşkalon’da doğdu. 1948’de Mel’un İsrail işgal devletinin kurulmasıyla mülteci kamplarında büyüyen şehit (ra) çocukluğunda geçirmiş olduğu bir kaza nedeniyle felç olmuş, son dönemlerindeyse gözleri görmez, duyma sorunu çeker duruma gelmiştir. Şehidin siyasi arenada yerini alması 1987’deki birinci intifadaya rastlar. Birkaç hafta sonra da İhvan-ı Müslimin’in Filistin kanadı olan ve ‘coşku’ manasına gelen Hamas İslami Direniş Hareketinin kurucuları arasında yer alır. Hamas’ın yasaklanmasının ardından çok sayıda müslümanla beraber tutuklanır. Müebbet hapse mahkum edilen Şehidin sağlığı cezaevinde kötüleşir. 1997’de onlarca mahkumla beraber pazarlıklar sonucu serbest bırakılır. Şeyh Yasin 1988’de şehid edilen Ebu Cihad’ın ardından en üst düzey suikast şehidi olmuştur. Bir diğer öncü şehid şahsiyet de mühendis lakaplı Yahya Ayyaş’tır. Ebu Cihad’a yönelik operasyonu, zamanın genelkurmay başkan yardımcısı Ehud Barak yönetirken, 1996 Ocağında cep telefonuna yerleştirilen bombayla şehadete kavuşan Yahya Ayyaş’ın şehadetinin ardından Hamas 4 istişhadi saldırı ile karşılık vererek Müslüman kanının ağır bir bedeli olduğunu göstermiştir.
Şeyh Ahmet Yasin ise 22 Mart 2004 tarihinde işgal devletinin başbakanı Ariel Şaron’un (aleyhillane) bizzat yönettiği askeri helikopterden atılan üç füzeyle yanındaki yedi kişiyle beraber Rabbinin katına çıktı. Vakit en bereketli vakitlerden bir sabah namazı çıkışıydı. Ne güzel bir ayrılık! Ne güzel bir son!
Şehid Şeyh Yasin bir sabah namazı sonrası şehid edildi. “Yani cihad ile ubudiyet ve takvayı beraber yapıyor, birini yapıp diğerini ihmal etmiyor. Cebbar ve zalim din düşmanlarının planıyla hapishanelere sevk edilip… Ve ihtiyarlığın takatsızlıkları içinde bulunması dahi” hizmetine engel olmuyor.[6]
Şehadet ölümsüzlüğün ta kendisidir. O ne güzel bir sonuçtur.
Ölüme çare burada, daha ne isteyelim!
ŞeyhYasin, Ebu Cihad, Yahya Ayyaş daha ne istesin!..
Yazımızı noktalarken Rabbimizden dileğimiz o ki bize aziz şehidlerimizin (ra) davalarına hakkıyla sahip çıkmayı bize nasib etsin. Unutmayalım ki bu dava bizi emzirmiştir. İhanet asla… Şehid Şeyh Yasin’in ve diğer rehberlerimizle beraber bütün şehitlerimizin ruhlarına dualarımızla beraber fatiha sunmayı da ihmal etmeyelim.
“Allah’ım! Ümmetin suskunluğunu sana şikâyet ediyorum! Ben ki kocamış bir yaşlıyım. Kurumuş iki elim, ne kalem tutuyor ne de silah! Sesimle yeri inletecek bir hatip de değilim! Ben ki saçları ağarmış, ömrünün son demlerinde, türlü hastalıkların yıktığı ve üzerinde zamanın belalarının estiği biriyim! Tek isteğim benim gibi Müslümanların zaaf ve aczinden müteessir olanların yazmasıdır! Siz ey Müslümanlar! Suskun ve aciz, helak olmuş ölüler! Hâlâ kalpleriniz sızlamıyor mu, başımıza gelen bu acı felaketler karşısında? Bir halk yok mu? Hiç mi kimse yok, Allah için ve ümmetin namusu için kızacak? Şerefli direnişçilerken, bizleri katil teröristler olarak ilan edenlere karşı duracak! Bu ümmet utanmaz mı şerefi çiğnenirken? Siyonist katilleri ve uluslar arası işbirlikçilerini görmezden gelirken!
Omuzlarımıza el verecek ve gözyaşlarımızı silecek bir bakış!Bu ümmetin kurumları, sivil güçleri, partileri, teşkilatları ve bariz şahsiyetleri, Allah için kızmaz mı!? Tümü birden sokaklara dökülüp bizin için dua etmeye; “Ey Rabbimiz! Gücümüzü topla, zaafımızı gider ve mümin kullarına yardım et!” diye çağıramaz mı!? Buna da mı gücünüz yetmiyor!? Yakında bizim ölümlerimizi duyacaksınız, o zaman alınlarımızda şu yazılacak; “ Bizler direndik! İleri atıldık ve kaçmadık!” Ve bizimle birlikte çocuklarımız, kadınlarımız, yaşlılarımız ve gençlerimiz ölecek! Onları bu suspus ve bön ümmete yakıt yapacağız! Bizden, teslim olmamızı ve beyaz bayrak dikmemizi beklemeyin! Çünkü biz, bunu yapsak da öleceğimizi biliyoruz. Bırakın savaşçı onuruyla ölelim! Dilerseniz bizimle olun, elinizden geldiğince, öcümüzü sizden her biri boynuna taksın! Dilerseniz bize acıyarak ölümümüzü izleyin!
Temennimiz, Allah’ın, emaneti savsaklayan herkesten kısas almasıdır! Umarız bizim aleyhimize olmazsınız! Allah aşkına, bari aleyhimize olmayın!
Ey Ümmetin liderleri, ey Ümmetin halkları!
“Allah’ım! Sana şikâyette bulunuyorum… Sana şikayette bulunuyorum… Gücümün azlığını, imkanımın yetersizliğini ve insanlara karşı zaafımı sana şikayet ediyorum. Sen mustazafların Rabbisin. Sen bizim Rabbimizsin… Bizi kime bırakıyorsun?... Bize cehennem olacak uzaklara mı? Veya düşmana mı?
Allah’ım! Akıtılan kanlar, dokunulan ırzlar, çiğnenen hürmetler, yetim bırakılan çocuklar, oğlunu yitirmiş anneler, dul kalmış kadınlar, yıkılmış evler ve ifsad edilmiş ekinler aşkına sana şikâyette bulunuyorum. Sana şikâyette bulunuyorum! Gücümüz dağıldı… Birliğimiz bozuldu… Yollarımız ayrıldı… Halkımızın zaafını ve ümmetimizin bize yardım edip, düşmanı yenmedeki aczini sana şikâyet ediyoruz…”[7]
İnzar Dergisi
[1] Bakara: 11-12
[2] Maide: 32
[3] Karl Vick, "Men gets hands on Bubonic Plague Germ, But that's no crime". Washington Post, 30.12.1995, kaynak: Namık Alper Esen, "Irak ve Körfez Krizine Genel Bir Bakış", Müsiad Yayınları
[4] Sünuhat−Bediüzzaman Said Nursi
[5] Al-i İmran: 21-22
[6] Sözler-konferans
[7] Şehid Şeyh Ahmed Yasin’in Eylül 2003’de İsrail saldırısından kurtulduktan bir gün sonra yazmış olduğu mektuptur.