Din olmadan ahlak mümkün mü?
Merhum Aliya İzzetbegoviç, “Doğu ve Batı Arasında İslam” kitabında mümkün olmadığını söyler. Ona göre, bir yerde merhamet, şefkat, insana saygı varsa orada mutlaka bir şekilde dinin kendisi veya manevi bakiyeleri vardır. Dini yaşamın yasaklandığı yerlerde bile aile, büyüklere saygı ve benzer hâllerden söz ediyorsak orada dinin izleri kalmıştır.
İzzetbegoviç’in mealen aktardığım bu ifadelerinin haklılığını toplum üzerine çalışan herkes anlar. Önyargılarından soyutlanmışsa kabul eder ve kabullenir.
Birkaç yıl önce Eyüp Sultan-Şişli otobüsünde yaşı sekseni geçmiş görünen “Cumhuriyet kadını” bir hanım, “Büyüklere saygı kalmadı!” diye kendi kendine mırıldanıyordu. Sosyoloji merakıyla dönüp sordum: “Teyze, ne üzerine, yani hangi dine göre saygı?”
Zavallı kadın, boş gözlerle bakıp durdu. “Yani” dedim “Din olmazsa saygı olur mu? Hem dine karşı olmak hem saygı beklemek biraz yanlışlık yok mu bu işte?” diye izah ettim.
Utandı, mahcup oldu, “Hiç düşünmemiştim!” diyen gözlerle çevresine baktı. Yaşına hürmeten etraftaki gençlerin gülüşmelerine müsaade etmeden mevzuyu kapattım.
Benzer bir sorgulamayı yine aynı araçta karşılaştığım yakası “rozetli” bir adama yönelik yapmıştım. Yetmişi aşmış yaşıyla hiç ara vermeden, inançlı insanları ima ederek eleştirilerde bulunuyordu: Hürmet yokmuş, iyilik kaybolmuş…
“Din namına ne bırakıldı ki hürmet, iyilik bulunsun” dedim, incitmeden, tutumundaki tutarsızlığı sorular yönelterek sergilemeye çalıştım. Adam, adeta şoke oldu. Belli ki o güne kadar hipnoz edilmiş gibi hakikate gözleri kapatılmıştı.
19. yüzyılın Avrupa’sı, 20. yüzyılın Türkiye’sinde ahlak konusunda hakikat ters yüz edildi. Bütün aksaklıkların altında din arandı. Kimi zaman etik de denen seküler bir ahlakın dinin yerini doldurabileceği propaganda edildi. Din olmadan da insanlığı ayakta tutan “manevi” kurallar işler, dendi. Söz konusu bu maneviyata “uyulmadığı takdirde ceza ve karşılıklı çıkara dayalı karşılıklı anlayış” ile izah getirildi.
Kamuya açık alanlarda cezalar ve takdir üzerinden kısmi bir başarı da sağlanmış göründü. Oysa toplumlardan dinin izleri silindikçe evlerinde yıllardır tek kişi tarafından ziyaret edilmemiş yaşlıların günler sonra bulunan cenazelerinden söz edildi. Onların ardından mezar yerlerini bile bilmeyen torunları, sınırsız kavgalarla miraslarını paylaştılar. Paranın kaynağını soranlara “Dedemmiş, nenemmiş!” diye cevap verdiler.
Bugün kamuya kapalı alan diye bir yer neredeyse kalmadı ve hepimiz gelinen noktada ayne’l-yakîn görüyoruz ki hiçbir seküler ahlak, ahlakın yerini tutamaz.
Ne var ki merhum Seyyid Kutub’un yine mealen ifadesiyle siz cahiliyenin üzerine varmazsanız cahiliye üzerinize gelir.
Dindar insanlar, gerçekliğin bir parçasıdırlar, anlatılan, propaganda edilen, yaşanan ve baskıyla yaşatılan yaşam tarzı onları da etkiliyor. Kendileri de evlatları da üzerlerine gelen “yaşanan gerçeklik” dalgası karşısında zafiyet gösterip hata yapabiliyorlar. Öte yandan günah, mü’minler dünyasının bir gerçeğidir. Masumiyet, peygamberlere hastır.
Seküler ahlakın bulunmadığının en bariz kanıtı, seküler ahlakçıların bu tür zafiyetler üzerinden genellemeler yapıp iftira atmaları ve yalan söylemeleridir. Bunu yapan tek kişi değil, sıradan bir kişi değil; seküler dünyanın tamamına yakını koro hâlinde bu iftira ve yalanlara katılıyor, aralarından “Yapmayın, vicdan, merhamet, şefkat…” diyen tek kişi dahi çıkmıyor. Bu, dünün gerçekliği olduğu gibi, bugünün de gerçekliğidir ve malum olduğu üzere ahlak en çok kişilerin kendilerinden olmayanlara karşı tutumlarında belli olur.
Seküler ahlakın çıkmazı açıktır. Bugünden sonra “Seküler ahlak olur mu, olmaz mı?” tartışması yapmak abesle iştigaldir.
Zamana göre değişmeyen, ahlaklı veya ahlaksız herkesin yararına olan büyük değerleri, günün gerçekliği içinde anlamlandırmak ve yaşamak için omuz omuza vermek gerekir.