Seküleristler, önce devlete el attılar, sonra hayatın her alanına, hatta kalbin derinliklerine müdahele etmeye çalıştılar, ahlâkı bile dinsizleştirmek istediler. Onların ürettiği seküler ahlâk; huzura değil huzursuzluğa, toplumsal kaosa yol açıyor
“Tunceli halkı, ahlâksızlığa isyan etti.” “Bir grup Tuncelili, birahanelerin şehirde yol açtığı ahlâksızlığı protesto etti.” “Tunceli’de halk birahanelere saldırdı.” “Tunceli halkı, birahanelerde kadın garsonların çalıştırılmasını istemiyor.”
Son birkaç yılda rutin olarak basına yansıyan haber başlıklarıdır bunlar.
Tunceli, Türkiye’de solun en güçlü olduğu yöredir. Hatta Tuncelili olmak ile solcu olmak neredeyse aynı anlamda kullanılıyor. Dersim’de sol, toplumsal bir zemin edinmiş, toplumun ideolojisi haline gelmiş.
Dolayısıyla Tunceli, “seküler ahlâk’ın da kalesi durumunda. İyi bir seküler gözlem alanıdır.”
Seküler ahlâk, dini dışlayan bir ahlâk anlayışıdır. “Laik ahlâk teorisi”de diyebileceğimiz bu ahlâk teorisi, ahlâk ile din arasındaki bağı koparmayı öneriyor. Toplumun dinsiz de olsa ahlâklı olabileceğini, diğer bir ifadeyle toplumun ahlâk ihtiyacının karşılanması için dini bir zemine ihtiyaç olmadığını iddia ediyor.
“Sekülerlik, dünyevileşmedir; ahiret inancını redderek toplumsal hayatı, toplumsal ilişkileri, toplumsal ahlâkı dünya kapılarını ahirete kapatarak ve ahireti yok sayarak inşa etme girişimidir. Dünyayı Allah sevgisi ve Allah korkusu olmadan kurma çabasıdır. Seküler düşüncenin savunucularının kendi isyankâr ifadeleriyle sekülerlik, Allah’ı dünya işlerine karıştırmama iddiasıdır.
Ahlâk kavramı, “hulk” kelimesinin çoğulu olarak bilinmektedir. Hulk; seciye, huy, insanın davranış tarzı, tutumları anlamlarında kullanılır. Istilahi olarak ise “insanın doğuştan veya sonradan kazanılan zihni veya ruhi halleri ile bu hallerinden doğan iyi veya kötü tavır ve hareketlerini ifade etmektedir.”
Sekülerlik, başlangıçta sadece devleti din işlerinden soyutlama olarak öne atıldı. Ancak devletle insan bir bütün olduğundan sekülerlik insanı ilgilendiren her konuya el attı. Başlangıçta seküleristler, ahlâkı dinin alanına bırakırken özellikle sol düşüncenin sekülerizmi tekeline alma girişimiyle ahlâkı da dinin alanı dışına çıkarma projeleri gün yüzüne çıktı. Ahlâk da dinsizleştirilmeye çalışıldı.
Aslında Batı’nı dinden uzaklaşma girişimi tabii olarak böyle bir sonuç doğurdu.
Ahlâkın kaynağı ile ilgili üç tez bilinmektedir: Birincisine göre ahlâkın kaynağı vahydir. Ahlâklı olmak insanın fıtratında vardır. Vahiy, fıtrattan sapmalara karşı tedbirler getirir, insana yol gösterir, ona ahlâk sınırları içinde kalmanın yolunu öğretir.
İkinci teze göre ahlâk; felsefi bir doktirindir, düşünürler (filozoflar, din adamları) tarafından ortaya atılan ikmi önerilerden ibarettir.
Üçüncü teze göre ahlâk, toplumun karşılaştığı kimi sorunlara karşı kendi kendisine geliştirdiği bazı kurallardan ibarettir.
Bu üç tez doğrultusunda, Batı’da din-ahlâk ilişkisinde üç anlayış öne çıktı.
Ahlâkı, toplumu sömürmek içini iktidar sahipleri ve din adamları tarafından ortaya atılmış bir takım ilkelerden ibaret gören, dolayısıyla ahlâkı toplum için bir gereklilik olarak değil toplum için zulüm kaynağı olarak gören sol anlayış, toplumsal hayatın ahlâktan soyutlanmasını savunuyordu. Sola göre ahlâk, özgürlüğü kısıtlayan bir saçmalıktır, ahlâka ihtiyacımız yoktur, ahlâksızlaştıkça gelirsiz ilerleriz. Ahlâksızlık, çağdaş olmanın, ilerici sayılmanın temel koşuludur.
Liberal anlayışa göre, herkesin ahlâkı kendisinedir ve saygıya değerdir.
Dine dayalı ahlak da sadece ahlâklardan bir ahlâktır. Dine dayalı ahlâk, toplumda ahlâklardan bir ahlâk olarak var olabilir ancak bu ahlâkın toplumsal düzene şekil vermesine izin verilemez. Din devlete müdahele edemeyeceği gibi dine dayalı ahlâk da toplumsal düzene (yaptırım gücüne sahip olarak) müdahele edemez.
Muhafazakâr anlayışa göre ahlâkın kaynağı dindir, din olmadan ahlâk olmaz. Ancak Batılı muhafazakârlar, toplumsal ahlâkın tesisinde dini, ahlâkın tek ahlâk olmasını değil sadece öne çıkarılmasını, ona ciddi bir pay ayrılmasını savunurlar.
Neticede her üç anlayış da (ya da her üç anlayışın sentezi de) Batı’da dinle ahlâk arasındaki bağı azalttı, dini toplumsal ahlâk sisteminin belirleyicisi olmaktan uzaklaştırdı.
Ne var ki zaman, toplumun ahlâksız olamayacağını ortaya koydu. Ahlâk, toplumsal sistemin asli bir unsurudur. Hukuk kuralları tek başına toplumu ayakta tutmaya yetmiyor. Ahlâk olmayınca toplumsal hayatta büyük bir boşluk oluşuyor ve tabiat nasıl boşluk kabul etmiyorsa toplumsal sistem de boşluk kabul etmiyor.
Sekülerizmin toplumsal sistemde yol açtığı boşluk daha 19. yüzyılda fark edildi. Kant gibi filozoflar, bu boşluğu kapatma yolunu aradılar. Bir dönem aslında ahlâk felsefesi anlamına gelen “etik” kavramı, ahlâk kavramının yerine kondu. Bilimsel çelişki fark edilince “morâl” kavramı kullanıldı.
Batılı seküleristler, başlangıçta sadece devlete hükmetme iddiasında iken gün be gün insanın ruhuna da müdahele etmeye çalıştılar, işi insanın en özel yanlarını dahi düzenleme despotluğuna vardırdılar. “Ey insan, sana bir ahlâk lazımsa onu da ben üretirim” dediler. Kendilerince bu yolla “dünyanın ilahı” olma iddialarını tamamladılar. Ancak, onların ürettiği hukuk sistemi dünya düzenini bozduğu gibi onların ürettiği ahlâk da toplumun düzenini bozdu.
Kant’ın dinden çalarak vardığı ahlâk anlayışı “Sana yapılmak istenmeyeni sen de başkasına yapma.” “Asıl iyilik, karşılık beklenmeyen iyiliktir” ilkeleri din dışına çıkarılınca toplumsal ahlâkı inşa etmeye yetmedi. “Rızanın olduğu yerde zulüm de yoktur, ahlâksızlık da yoktur” anlayışına dayalı bu ahlâk, toplumun çoğu zulme razı ise zulüm, zulüm değildir, rıza varsa ahaksızlık da yoktur, diyordu.
“Zina serbest, tecavüz yasak” diye ahlâk arayışını sürdürüyorlar; şimdi fert düzeyinde bu arayışlarını İslam’la tamamlayanlar var, toplumlar ise şaşkınlık içinde yol alıyor.
Türkiye’de seküler anlayış, başlangıçta özellikle halk söz konusu olduğunda emirle davranmayı ilke edindiğinden düşünsel bir ikna yoluna gitmedi. Toplumsal ahlâka zarar verecek uygulamalar getirilirken toplumsal düzenin ahlâk ihtiyacının nasıl karşılanacağı ile ilgili bir kaygı taşınmadı, 1945 öncesinde kimse böyle bir kaygıyı ifade etme cesareti de bulmadı.
O dönemde Batı’ya karşı ütopik bir yaklaşım vardı. Bu yaklaşım, “Biz Batılılaşacağız ve dünya saadetini yakalayacağız” diyor, “ahiret saadeti”ne ise inanmıyordu.
O dönemde sadece “kültür” başlığı altında öneriler yapılıyordu, ahlâk ile ilgili öneriler “Türk kültürü” çerçevesinde sınırlı bir şekilde ifade ediliyordu. Ancak elit sınıf, “Türk kültürü” olarak İslam öncesi kültürü anlamak istiyordu. Sonraki dönemde sol düşüncenin de sarhoşluğu içinde elit sınıfın önemli bir kesimi ahlâk ihtiyacına inanmak istemedi. Bu dönemde gittikçe yayılan psikyatrinin dinin yerini tutabileceğine dair bir anlayış gelişti. Bugüne kadar da devam eden bir uygulama ile televizyon dizilerinde psikologlar, her tür bireysel bunalımı çözen bir tür seküler rahip gibi sunuldu.
Ancak bunun çözüm olmadığı oldukça erken bir dönemde fark edildi. 28 Şubat dönemi Başbakanı Bülent Ecevit’in yer yer sözcülüğünü yaptığı seküleristler, elit sınıfı (idareci, akademisyen ve büyük sermaye sahiplerini) tamamen dinin etki alanı dışında bırakmayı halkı ise “Anadolu Müslümanlığı” dedikleri bir tür “Bektaşilik” ile tatmin etmeyi tasarlıyorlardı.
Bu dönemde “seküler ahlâk”, tanzimat sonrasında İstanbul’da ve Anadolu’da Batılılaşmaya karşı gelişen İslam müdafaasına karşı bir antitez olarak öne sürüldü.
Müslümanlar, tanzimat öncesinde dünyevi olarak ağır bir kayıp içindeydiler. Tanzimat da esasta Müslüman toplumun dünyevi gelişmesini sağlamak için ilan edilme iddiasındaydı. Bu, Müslüman toplum için getirilen İslam dışı bir ilericilik projesiydi.
Üstad Bediüzzaman Hazretlerinde açıkca görüleceği gibi bu ilericilik projesi, İslam alimlerini İslam’ın müdafaasını yaparken İslam’ın dünyevi fayda yönünü çokca vurgulamalarına yol açtı. Türklerin Orta Asya’dan gelip Viyana kapılarına dayanmasını sağlayan etkenin İslam olması Türk toplumuna seslenen İslam alimlerinin bu yöndeki işini kolaylaştırıyordu. Toplum, onların uyarısıyla geçmişe baktığında biz İslam’la güçlendik, İslam olmadan yeniden güçlenemeyiz” inancını korudu, kendisini İslam’dan uzaklaştırmak isteyenlere tepki gösterdi.
Bülent Ecevit, buna karşı İskandinav ülkeleri denen İsveç, Norveç ve Danimarka’daki ekonomik saadeti öne sürüyordu. Toplum o ekonomik saadete ulaşınca hırsızlık da yapmaz, birbirine zulüm de etmez. Ekonomik gelişme ve toplumsal huzur için İslam’a ihtiyaç yoktur. İskandinav ülkelerinin sosyal demokrasisi her derdimize devadır, diyordu. (Bunu açıkca ifade etmese de konuşmalarından bu anlaşılıyordu.)
Toplum, İslam’la huzur buluyordu; fertler dinden uzaklaşınca aileler dağılıyor, özellikle kadınlar ve pek çok da gururlu erkek intihar ediyordu. Maddi gelişme (bol para, cinsel özgürlük), fertlerin huzuru için yetersiz kalıyordu.
Bülent Ecevit’te kendisini ifade eden ahlâk anlayışı, buna karşı Hint toplumunun İslam dışı tesellisini öneriyordu. Bu, dinin emirlerine uymadan ibadet yapmak, zikirde bulunma zorluğuna(!) katlanmadan ahlâklı olabilme önerisiydi. Bu ahlâkın teorik yönü bazı Çin ve Hint filozoflarının kitaplarıyla birlikte Amerika’da kaleme alınan “Kişisel gelişim” kitaplarından karşılanacak; ibadet, zikir ihtiyacı ise müzik, spor ve yoga gibi etkinliklerle giderilecekti.
28 Şubat döneminden çok önce Bülent Ecevit, Hint filozoflarından çeviriler yapmıştı. (Hintçe bilmiyordu, İngilizce çevirilerden çeviri yapıyor; böylece anlayışı Batı’nın denetiminden geçip Türkçe’de kendisine yer buluyordu.) Aynı dönemde yüzlerce “kişisel gelişim” kitabı İngilizceden Türkçeye çevrildi. Dindarlar bile bir konuda zorlanınca Kur’an’a ve hadislere bakmaktansa kişisel gelişim kitaplarında kılavuzluk aradı; bu kitaplar kitaplıkların başköşesine oturdu. Yine aynı dönemde pek çok Hintli yogacı, İstanbul’a gelip “yoga center” açtı.
Bunalıma mı düştün, Kur’an’a değil Çin-Hint filozoflarına bak; ibadet-zikir ihtiyacın mı var, yoga yap!
Bu yazıda “seküler ahlâk” diye konu alınan ahlâk teorisinin pratiği tam da budur. Bugün Ecevit’ten söz eden yok, ama elit kesim bir yana solcu kitleler de bu ahlâk anlayışını “kurtuluş yolu” olarak görüyor. Fuhuşun en çirkin tiplerine karşı her tür yasal ve toplumsal engellemeyi gericilik olarak görüyor, tecavüzü ve evli iken “aldatma” dedikleri eş ötesi cinsel ilişkiyi yadırgıyor. Gerekçe: Psikolojinin bozulması. Buraya indirgenmiş bir anlayışı “ahlâk” çerçevesine almak abestir. Bu bir ahlâk anlayışı değil, ahlâksızlık önerisidir.
Çözüm; birahanelere saldırmak, birahanelerde kadın çalıştırmaya karşı çıkmak, sol bir reklamcılık içinde tecavüz vakalarını protesto temek değildir. Bu, hem kendilerini hem toplumu aldatmaktır.
Tunceli, seküler ahlâka isyan ederken sosyalist örgüt, Tunceli’yi düşünce ve ahlâk konusunda Yüksekova’ya, Van’a, Diyarbakır’a model yapma derdinde. Seküler ahlâk, Tunceli’de iflas etti. Bu iflası göre göre diğer şehirleri Tunceli’ye benzetmek ihanettir.
Kurtuluş, İslam Peygamberi’nin ahlâkıyla ahlâklanmaktır. Yüce Kur’an buyuruyor: “(Ey Muhammed) Şüphesiz sen yüce bir ahlâka sahipsin.” (Kalem: 4) Hz. Aişe annemize soruyorlar: “Hz. Resulullah’ın ahlâkı nasıldı?” Annemiz soruyu soran sahabeye cevap veriyor: “O’nun ahlâkı Kur’an’dı. Sen, Kur’an’ı okumadın mı? Sen, Kur’an’dan Mü’minun Suresinin ilk on ayetini okumadın mı?”
İŞTE O AYETLER: “Şüphesiz ki mü’minler kurtuluşa ermişlerdir. Onlar ki namazlarında huşu içinde bulunurlar. Onlar, boş ve anlamsız söz ve işlerden yüz çevirirler. Onlar, zekatlarını tam olarak verirler. Onlar, eş ve cariyeleri hariç olmak üzere iffetlerini herkesten korurlar. Eşleri ile olan ilişkilerinden dolayı kınanmazlar. Şu halde kim bunun ötesine gitmek isterse dinen meşru olan sınırlara tecavüz etmiş olur. O mü’minler, emanetlere ve verdikleri sözlere riayet ederler. Namazlarına devam ederler. İşte bunlar Firdevs cennetlerine mirasçı olacaklar ve orada ebedi kalacaklardır.” (Mü’minun: 7-11)