Selâhaddîn-i Eyyûbî, bütün Müslümanlar tarafından İslam’ın diğer büyükleri gibi sevilmiş bir İslam büyüğüdür. Tarih boyunca Ashabdan sonra Müslümanlar tarafından en çok takdir edilen birkaç şahsiyetten biridir.
İslam dünyasında hâlâ “Selâhaddin’in kılıcını elinde tutmak”, hakkın, adaletin savaşçısı olmak anlamında bir deyim olarak kullanılır. Ama Selâhaddin, Müslümanlar açısından sadece Kudüs’ü kurtaran bir komutan değil, İslam eğitim tarihi üzerinde çalışan Arap akademisyenlerden Ahmet Çelebi’nin de tespitiyle İslam ilimlerine en büyük katkıyı veren dört siyasi isimden biridir.
Müstesna bir şahsiyet olarak Selâhaddin, Yahudiler hatta tarihin en büyük darbelerinden birini vurduğu Hıristiyanlarca da sevilir. Doğu’nun Hıristiyanları, onu adaletiyle dünya tarihinin büyükleri arasında kabul ederler. Batı Hıristiyanları da onu askeri dehası kadar insanseverlik ve adaletiyle insanlığın önderleri arasında sayarlar ve büyük bir şövalye gibi ona saygı duyarlar.
İslam’ın en fütursuz düşmanlarından İtalyan Şair Dante bile ona sempati duyar veya ona sempati duyan Batılı Hıristiyanlardan çekinerek nefretinde onu diğer İslam büyükleri ile eşitlemekten korkar, onu ayırma gereği duyar.
Selâhaddin Hazretlerinin bu evrensel tanınmışlığı ve Eyyûbî ailesinin diğer fertlerinin İslamî şahsiyetlerinden kaynaklanan adalet ve insanseverlikleri, pek çok ailenin kendilerini Eyyûbî hanedanına müntesip göstermelerine yol açmıştır.
Öte yandan diğer hanedanların çoğunun aksine, kısmi Moğol istisnasıyla, Eyyûbî hanedanı mukaddes gibi kabul gördüğünden imha edilmemiştir. Rakipleri konumundaki damatları Anadolu Selçuklularının büyük Sultanı Alaeddin Keykubad, Celâleddin Hârizmşah’a gönderdiği mektupta “Eyyûbî hanedanı, kardeşler, amca çocukları ve her birinin çocukları ile bin kişilik atlıyı bulan büyük ve mübarek bir hanedandır. Sanma ki ben düşmanlarıyım, bilakis dostlarıyım” der. Celâleddin de onlardan esir aldığı iki meliki, yanında sohbet arkadaşı olarak ağırlar ve nihayetinde büyük bir hürmetle ailelerine gönderir. Musul emiri Lü’lü de Muazzam Turan Şah’ı tutsak kaldığı Dara’da bulduğunda ona bir sultan gibi saygı duyar ve büyük hediyelerle Halep’e yollar.
Mensup sayısı binlerle ifade edilen hanedanın çok az üyesi katledilmiş, ezici çoğunluğunun soyu devam etmiştir. Bunun için İslam dünyasının pek çok noktasında Eyyûbî hanedan soyundan gelen aileler vardır.
Hanedanın en uzun iktidarı, üç yüz yıl Hasankeyf ve çevresiyle 250 yıl Suriye’nin Hama şehri ve çevresiyle devam etmiştir. Hasankeyf Eyyûbîlerinin bir kısmı Urfa’ya, diğer bir kısmının ise başka yörelere gönderildiği bilinmektedir. Bu vesileyle Urfa ve Mardinli bazı ailelerle birlikte bazı Karadenizli aileler de geçmişten bu yana kendilerini Eyyûbî ve Eyyûboğulları olarak tanıtmaktadırlar.
Bu aileler, bu soy bağı iddiası üzerinden bugüne kadar toplumdan büyük saygı gördüler. Yüksek makamlar elde ettiler. Meclis-i Mebusan’a yerleştiler, Cumhuriyet Dönemi’nde de milletvekili çıkardılar. Bir kısmının Selâhaddin’in yaşam tarzıyla hiçbir ilgisi kalmadığı hâlde, Selâhaddin onlara ekmek kapısı açtı.
SABAHATTİN EYÜBOĞLU, SELÂHADDİN’İN SOYUNDAN OLABİLİR Mİ?
Trabzonlu Sabahattin Eyüboğlu, Cumhuriyet’in en uç Batıcılarındandır. Anadolu’nun İslam köklerine karşı, Eski Yunan-Grek kökleri alternatifini üretmiş, meseleyi Hititlere kadar götürüvermiş, bu üretimleri üzerinden kabul görüp sofralara oturmuş bir yazar. Amcasının oğlu İsmet Zeki Eyüboğlu ise iyi bir medrese eğitimi almışken irtidadını beyan etmiş ve İslam düşmanlığı üzerinden konum satın almaya meyletmiş biri. Bedri Rahmi Eyüboğlu ise Batıcı bir dünya görüşüne sahip olsa da halk edebiyatından esinler taşıyan şiirler de yazmış, sanatçı yönü belirgin bir ressam…
Her üçünü de iyice okumuştum ve her biri ile ilgili zihin dünyamda bir algı vardı. Ama asla Sabahattin ve İsmet Zeki Eyüboğlu’ların soy isimlerinin Selâhaddin Hazretleriyle ilişki ihtimalini düşünmedim. Belki Eski Yunan’a yakın dursalar da ilme yatkınlıkları ve önderlik kabiliyetleri bana bir ipucu verebilirdi ama hepimizi zaman zaman yanıltan önyargılarımız beni de yanıltmış ki hele İsmet Zeki Eyüboğlu’nu Selâhaddin’le soy bağına hiç yakıştırmadım. Zannederim Selâhaddin de onu tanısaydı, Hz. Nuh’un oğlunu hatırlatırdı.
2011’de Eyyûbî araştırmaları yaparken Karadeniz Bölgesi’nden İstanbul’da yerleşiklerin kurduğu ve kendilerini Eyyûbîlerle ilişkilendiren bir aile vakfına denk geldim.
Vakfın mensupları, kendilerini anılan kişilerin yakınları olduklarını ifade ediyorlar. Ama vakfın aklımda kaldığı kadarıyla İstanbul’un zenginleri arasında yer alan önemli bir ismi, kendisiyle yapılan bir röportajda kendilerinin Eyyûbî hanedanından geldiklerini ifade ediyor, özellikle Selâhaddîn-i Eyyûbî vurgusu yapıyordu. Güneydoğu’da akrabalarının bulunduğunu ve onlarla iletişimlerinin devam ettiğini beyan ediyordu. Güneydoğu’daki Eyyûbî bakiyeleri Selâhaddin’in değil, kardeşi Melikü’l-Adil’in torunlarıdır. Söz konusu beyanat sahibi, kardeş konusunu araya sıkıştırıp geçiyor ve Selâhaddin vurgusunu özellikle yapıyordu.
“Çözüm” sürecindeydik. Siyaset, neredeyse her gün Selâhaddin-i Eyyûbî’den söz ediyordu. Bunun için beyanat sahibinin vurgusunda huzursuz edici bir suiistimal kokusu aldım. Kendilerine ulaşıp iddialarının dayanaklarını, varsa ellerinde soy ağaçlarını sormak istedim. Ne yazık ki nasip olmadı!
Tekrar bu konuya eğildiğimde röportaj uçmuş gibiydi. Ama pek çok aile bireyinin Facebook sayfasında kendilerini Eyyûbîlerle ilişkilendiren samimi yazılarına rastladım. Başta Urfa ve Hasankeyf olmak üzere Güneydoğu turlarını sosyal medya sayfalarına iftiharla koymuşlar, Güneydoğu’daki akrabalarıyla fotoğraflarını gururla paylaşmışlar.
Röportajla ilgili vakfın sayfasına baktığımda ise ilk anda sevindim. Zira orada Selâhaddîn-i Eyyûbî’yi, Sabahattin ve İsmet Zeki Eyüboğlu’ndan kurtaran kocaman bir aile duyurusu ile karşılaştım. Lâkin Türkiye’deki son siyasi süreci, tartışmaları ve varlıklı kesimin oportünizmini bir arada düşündüğümde hakikaten şoke oldum.
Duyurunun baş kısmı şu:
“Sevgili Ailemiz,
İki yıldır ailemizin şeceresinin Selahaddin Eyyubi’ye dayandığı ve aile büyüğümüzün Selahaddin Eyyubî veya kardeşi olduğu gibi bir iddia ile karşı karşıyayız. Bu konuyu iddia eden Sayın M. Y. Bey ile iki yıl önce konuştuk. Kendisi bize: “Kan bağı iddiam yok; sadece Eyüboğlu ailesinin o tarihlerde Eyyubî devleti sınırları içerisinde yaşamış olduğunu veya olabileceğini söyledim.” dedi. Bu tabii ailemizin Akkoyunluların, Selçukluların, son olarak da Osmanlıların sınırları içinde de yaşadığını akla getiriyor. Yani bir kan bağı olduğunu iddia etmemiş ve bir kanıt da sunmamıştır.
İkinci olarak aynı gün M. E. ile görüşüldü. O da tamamen yoruma dayalı Selahattin Eyyubî’nin kardeşinden geldiğimizi söyledi. “Belge ya da tarihi bir kayıt var mı bu söylediğinizi destekleyen?” dediğimiz zaman yine bir belge olmadığını söylemiştir. Bu konuşmalar sonucunda bu konunun bilimsel olarak incelenmesi gerektiğine inandığımız için, bu konuyu araştırmak ve ailenin tarihsel sürecini ortaya koyacak, bilimsel bir çalışmayı üniversiteye başlattık ve sonuçlanma aşamasına gelmiştir.
Maalesef gerçek olmadığına inandığımız bu konu, birçok yerde karşımıza çıkmaya başladı. Son olarak vakfımızın kurucusu Dr. R. E’nin hayatının anlatıldığı bir kitapta, H. Hanım kaynak gösterilerek Selahattin Eyyubi’den geldiğimiz yazılmaktadır. Bunun üzerine vakıf olarak, H. Hanım ve R. bey ile yapılan görüşmeler sonucu, baskının yanlış yapıldığını ve kamuoyu ile bunun paylaşılması gerektiğini kitabın 2. baskısında düzeltilmesi gerektiğini kararlaştırdık. Bu duyuruyu yönetim kurulumuzla birlikte imzalamayı kabul ettiler. Bu konuda gösterdikleri hassasiyetleri ve yardımları için her ikisine de Yönetim Kurulu olarak teşekkür ederiz.”
Trajikomik duyurudaki “iki yıl” vurgusu? Ne iki yılı, bizzat duyuruda adı geçenlerin açıklamalarının üzerinden yıllar geçti.
Vakfın “hazırlattığı” tez çalışmasına gelince… Ona ulaştım, jürisinde vicdanını bozmayacağına inandığım bölüm başkanı bir hocamız vardı. Buna rağmen, tezde olağanüstü bir gayretle aile ile Selâhaddin arasındaki soy bağı bilimselliği zorlayarak irdelenmiş, lehteki bütün delilerin nasıl da zayıf olduğu ifade edilmiş, neyse ki nihayetinde tarih vicdanı huzursuz etmiş olacak ki aile ile Selâhaddin arasındaki soy bağı iddiaları geçilip Yusuf Halaçoğlu’na sığınılmış. Halaçoğlu’nun soy bağları ile ilgili derin tespitleri ise malum. Ama o da bu teze veri olacak hiçbir şey sunmamış, sadece Maraş yöresinden bir Türkmen boyunun Eyüboğlu diye anıldığından söz etmiş. Aile de bir kulp bulmuşken kendini o Türkmen boyu ilişkilendirmeyi Selâhaddin’e tercih etmiş. Gerçi Maraş’tan Trabzon’a Fatih Sultan Mehmet ve daha sonra sevk edilen ailelerin kökeninin Türkmen olmadığı da malum. Üstelik Maraş yöresinden Trabzon’a nüfus nakli Fatih döneminde yapılmışken Karadeniz’e Eyyûbî nakli Kanunî döneminde gerçekleşmiş olmalıdır. Ama herhâlde jürideki hocalar, daha fazla zorlamayı maslahata aykırı bulmuşlar!
Tez, ailenin duyurusuna hiçbir şekilde malzeme sunmuyor. Sadece Halaçoğlu’na bakıp Maraş Türkmeni olma ihtimalinden de söz ediyor ve vicdanını pek de bozmadan bunun ailenin yüzyılı geçen iddialarının aksine bir tespit olduğunu da ima etmeye cesaret ediyor! Ama vakıf yönetimi bunu görmezlikten geliyor ve o ihtimali, diğer ihtimallerin toplamına tercih etmeyi çıkara (!) daha uygun buluyor. Neresinden baksan hakikaten içinde kalıyorsun!
BİZE NE OLUYOR?
Söz konusu ailenin “kan bağı” vurgusuyla yaptığı duyuru, Türkiye tarihine geçebilecek bir vakadır. Yakında Çanakkale, Manisa, Aydın çevrelerinden bazı çıkar çevreleri aileler, kafatası ölçümleri yapsalar şaşmamak gerek… 1940’lı yıllarda bile bu yönde ırk-soy iddiasında bulunanlara bizzat devletin kurumları olağanüstü bir tepki gösterdiler. Bugün ödüllendirilir mi? Meçhul.
Aklınıza hemen Ülkücü çevreler gelebilir. Türkiye’de Selâhddîn-i Eyyûbî ile ilişkilendirilmekten huzursuz olacak çok az Ülkücü vardır. O köklerden gelen saygın akademisyenlerin Selâhaddin hayranlığına, savunusuna bizzat şahidim. Selâhaddin’in kökeni ile ilgili düşüncesi ne olursa olsun, ona sadece saygı duyuyorlar, aynı zamanda onu seviyorlar. Ülkücü çevrelerin bu konudaki karneleri, bazı ulusalcı solcu Kürtçülerin karnelerinden de daha iyi.
Sözü geçen vakfın 1940’lı yıllardaki en laik isimleri bile Selâhaddîn-i Eyyûbî ile anılmaktan gurur duymuşlardır. Sadece son dönem, kendilerini Atatürkçü olarak niteleyen bazı ulusalcı Sol çevrelerin Selâhaddin’le derdi var. Ancak bu duyurunun kaynağının, ilgisi olsa da yeni türedi Atatürkçülük tipi olduğunu da düşünmüyorum.
Mesele “çıkar çevreleri”dir ve meseleyi asıl önemli kılan da budur. Zira meşhur bir söz vardır: Çıkar çevreleri kokuyu erken alır veya daha güncel bir ifadeyle, borsa kokuyu erken alır, diye.
Siyasetin algısı, çoğu zaman tasarısından önemlidir. Çıkar çevrelerinin siyaset algısının gerçekliğe yakınlığı ile ilişkisi ise inkâr edilemez.
Dolayısıyla acilen sormamız gerekir: Ekonomik yatırım sahibi olma anlamında bir çıkar çevresi, siyaseti nasıl okudu da 2011’de iftihar ettiği bir soy bağından son iki yılda rahatsız oldu. Son iki yılda siyaset nereye doğru gitti de Osmanlı ve Ümmet bakiyesi bu coğrafyada “kan bağı” ifadesiyle soy araştırmaları yapılıyor.
Türkiye’deki herhangi bir köklü aile hakkında tarih tezleri yazmak ne kadar normal ve hatta sevindirici ise bir çıkar çevresinin son iki yıl vurgusuyla kan bağını tez siparişi yaparak sorgulatması ülke siyaseti namına o kadar dehşet verici ve kulağı duyanlar için bir alarmdır.
Yazık hem de çok yazık… Romantik duyguları coşturmak, hiç de hayırlı değildir. Başta, bütün günahlar gibi keyif verir, sonra böyle paramparça edici tohumlara yol açar.
Türkiye’nin Türk dünyası ile bağlarını güçlendirip birliğe doğru adımlar atması, İslam dünyası açısından tarihi bir hizmettir. Zira buluşma ve birlikte hayır vardır. Ama Türkiye içinde kan bağı araştırmalarına gidecek söylemlerde bulunmak, bu yönde önlem almamak, bir o derece tehlikeli bir tutumdur. Bir an önce frene basmanın zamanı geldi geçiyor.