Bismihi Teala
“Ey insan, seni yaratan, sana dilediği şekli veren, sana bol bol ihsan eden, istediği şekilde seni terkip eden, çok cömert olan Rabbine karşı seni aldatan nedir?” (İnfitar: 6-8)
Seni ne Rabbinin yolundan uzaklaştırdı? Hangi mal ve makam, seni makam sahibinden beri kıldı? Seni Rabbinden uzaklaştırmaya değer ne gördün, ne işittin? Hangi kelam seni ilahi nağmelerden beri tarafa sürükledi? … Ey babası Âdem olan, babası insan olan şahıs! Senin tüm bu sorular karşısında cevabın nedir, acaba verdiğin cevabın kıymeti nedir? Kıymet biçtiğin cevabın kıymet derecesi nedir?
Bu ilahi kelam şöyle de somutlaştırılabilir: Kıtlık ve zahmet memleketinde yaşayan bir halka; ulu, cömert, pek vefalı aynı zamanda zengin ve haznesi de dolgun bir padişahtan “Gelin size de hazinemden ve mülkümden hiçbir zaman bitmeyecek bir maaş ve zevalsiz bir ikramda bulunayım” diye bir haber gelir. Ama o şehir ahalisi bu kurtarıcı ve cömert sesi dinlemez ve mukadder kaderlerine yani kıtlığa yakalanırlar. Sonra bu kıtlık içinde bir elçi gelip o halka padişahın şu mesajını iletir: “Ey şehir halkı, ben size bir yardım eli gönderdim, bir ip saldım kuyuya, siz niçin elimi ters teptiniz ve halatımı da kestiniz? Bana niçin böyle davrandınız, ben size kötü bir iş mi önerdim, kurtuluşunuz haricinde sizden ne istedim? Bu eli tutmanıza engel olan ne vardı? Benden daha iyi bir hükümdar mı vardı da siz ona sığındınız? Benden daha büyük bir kurtarıcı mı vardı da siz o kurtarıcıya yürüdünüz? Hangi deniz benden daha engin, hangi bulut benden daha cömertçe su dağıtıyordu?
Sonra o ulu padişah şunları da dese yeri değil midir? “Size yardım eli uzatmak bir suç mu? Sizi kurtarmaya çalışmakta ne kabahat vardır? Yardım elini ters çevirmek, bana hakaret değil mi? Kendine acımayanlara yazık.”
İşte Rabbimizin “Ey insanoğlu seni pek cömert olan Rabbinden ne alıkoydu?” hitabının ağırlığı ortadadır. O padişah elbet Allah (cc)’tır. Allah da bizden sapmamızın makul ve tutarlı bir gerekçesini, yani nedenini istemektedir. Böyle bir gerekçe ve neden acaba var mıdır? Varsa nerdedir?
“Helak olan delille helak olsun, yaşayan da delille yaşasın” (Enfal: 42) O halde ey nefis! Delilleri kendin için oku ve etrafa bu ilahi delilleri ve vahiyleri ilet. Ya sen ve diğer nefisler helak olursunuz, ya da kurtulursunuz. Ama delilsiz mücadele yürütmek olmaz. Kitapsız mücadele olmaz, vahiysiz inşâ olmaz, Kur’ân’sız bir Müslümanlık olmaz, Peygambersiz bir yaşam olamaz, aklın ve vicdanın sıhhat kaynağı olan hukuksuz bir hayat olmaz. Dürüst ve onurlu bir yaşam olmalı, delilli ve amaçlı yaşanmalı, yaptıklarımızın ve söylediklerimizin kaynağı ve mesnedi olmalı. Gerekçeli ve tutarlılık arz eden bir fikir ve akıl gidişatımız bulunmalı. Yaşam o kadar değerli ki, Rabbimiz bizden tutunduğumuz sağlam bir delili istemekte ve kaynaksız yaşamı red etmektedir. Çünkü bu cümleyi ancak anlamlı bir yaşam isteyen bir varlık isteyebilir. Biz kitaplı bir ümmetiz, yani medeniyiz, medeniyetin kaynağı olan yazıya sahibiz, biz kitaplıyız. Çünkü uygarlık tarihi kitapla başlar, yazıyla başlar. Biz kitaplı bir ümmetiz, çünkü kitabımız doğru ve sağlam, öyleyse biz sağlam bir ümmetiz. Yukarıdaki bu ilahi düsturla sana can alıcı sorular sormalı, çünkü doğru soru; cevabın yarısıdır:
1.Senin yaşam gayen ne?
2.Seni yaşatan ne?
3.Fikrinin kaynağı ne?
4.Kaynağının sıhhati ne?
5.Uyduğun, sana yol gösteren ne?
6.Yolunun bitiş noktası ne?
Ey işte-güçte Hakk’ın emrine uymamayı ders bilmiş nefis! Şunu iyi bil ki, sen de hakkın ordusu içindesin. Senin cüzlerinin cüzleri dahi, yani bedeninin zerreleri, hücreleri dahi Allah’ın ordusu içindedir. Onlar ikiyüzlülük ediyorlar da şimdilik sana itaat etmiş gibi davranıyorlar. Eğer Allah bu organlarının ve hücrelerinin sana karşı gelmelerini isterse her bir hücre ve aza, sana düşman kesilir. Tıp kitaplarını aç da beden askerlerinin neler yaptıklarını bir gör. (Mevlana) Dağ taş, ot ve mikrop, kâfir ve Müslüman herkes ve her şeyin hayat kaynağı ve şah damarı Allah’ın elindedir. Eğer Allah, senin elini sana düşman kılarsa o elle nice hataları sana yaptırır. Eğer Allah aklını sana düşman kılarsa, sana kusur üstüne kusurlar işletir. İçindeki mikroplara emir verirse, kanser kesilir ve hastalanırsın. Sakın Allah’a düşmanlık etme çünkü o, her şeyi sana düşman kılar, sana seni ve azalarını düşman kılar. Allah ordusu ne kadar çok ve ne kadar da muhteşemdir!
Ey hazıra müptela ve tüccar huylu nefis, sana Mevlana’dan güzel bir kıssa: Zamanın birinde abit ve zahit aynı zamanda ehl-î zikir, bir zat varmış. Ağzından hiç “Allah” kelamı eksik kalmaz daima “Allah” deyip zikre dalarmış. Bir gün şeytan, her ne olmuşsa bu zata görünmüş ve onu can damarından yakalayarak şüphe tohumları ekmeye başlamış. O zata demiş ki; “Bu kadar ‘Allah’ diye diye sabahladın, kendini zikir ve taatla yordun, yorulmadan O’nu andın. Peki bunca anışına ve çağırışına karşı hiç sana “Lebbeyk (buyur) kulum” diye bir ses, bir yanıt ve bir cevap alabildin mi? Hâlbuki kim olsa senin bu yakarışına ve samimiyetine karşılık verirdi. Ama sana bir kelam olsa dahi karşılık veren yok, demek ki seni umursayan yok.’ İşte bu zahit kişi bu sözleri pek mantıklı ve akıllıca bulur ve O “Allah” demekten uzaklaşır ve zikri terk eder. Bir gece rüyasında nurani bir zat ona; “Sen niçin Allah demeyi bıraktın?” Adam; “Hiç bana karşı “Lebbeyk”, diye bir ses işitmedim” diye yanıt verir. Rüyadaki o zat; “Allah sana şunları dememizi emretti; “De ki; senin şu “Allah” deyişin yok mu; bizim “Lebbeyk” deyişimizdir o.”
İbadet eden zat, ibadetinin aslında karşılığının bu ibadet etme isteği olduğunu bilmeli. Eğer Allah dilemezse kişi bu ibadeti de yapamaz. “İbadet icabet olsun olmasın, matluptur.” Her yaptığına karşılık bekleyen kişi menfaatperest ve tüccar zihniyetli olmakla karşı karşıyadır. Hem yeri gelmişken şunları da söylemeli; belli bir zaman diliminde namaz ve ibadete kendini veren ve daha sonra da bunları terk edenler, İslam için çalışıp sonra da bu çalışmayı bırakan ve zikir ve virtlerini kesenlere ne demeli? Sonra da toplum içinde dolaşıp; “Biz de sizin gibi ibadet ettik ne düştü elimize, biz de Allah yolunda sıkıntılara meşakkatlere uğradık da ne kazandık?” deyip insanları ve Müslümanları bıktırtanlara, halkı ibadet ve İslam dayanışmasından uzaklaştıranlara ne demeli? Evet, ibadet ve İslami çalışma Allah için olmalı, ihlâs içinde olmalı. Ecir ve karşılığı ancak Allah tarafından beklenir. İşte beklenmezse tıpkı bu dervişe benzeriz.
Günaha giren kul uzun uzadıya yalvarır ve affını ister ve Allah: “Gidin kulumun isteğini yapın çünkü ben kulumun dua edip inlemesinden utanırım” der. Şeyh Sadi buna şöyle şerh tutar: “İşe bakın, günaha giren kuldur fakat hayâ edip utanan Allah’tır.” Ehli tasavvufta ve diğer bazı eserlerde Allah ahlakı ile ahlaklanmak tabiri vardır. Bu tabir bu denilen meseleye tam bir şekilde mutabıktır. “Hayâ imandandır.” Tevazu ve merhamet ulu Rahmandandır. Kur’an’da, Allah, boşuna “biz” zamirini çokça kullanmaz. Allah hep “ben” dememektedir, “biz yaptık, biz yarattık, biz kıldık ve ettik” demektedir. Çünkü Allah tevazu ve hilm sahibidir. Kendini ve ahlakını bize tanıtmakta ve bize olmamız gereken bir şekli ve hali tanıtmaktadır.
Selam inananlara olsun.