Şeriati ve Süruş

Belki bugün İslam Devrimi’ne karşı yürütülen muhalefetin önemli simalarından biri olan Abdülkerim Süruş ile Ali Şeriati arasında bir mukayese yapmanın zamanıdır.

Belki bugün İslam Devrimi’ne karşı yürütülen muhalefetin önemli simalarından biri olan Abdülkerim Süruş ile Ali Şeriati arasında bir mukayese yapmanın zamanıdır. Süruş dostumdur. Tanışıyoruz, beraber oturumlara katıldık, epey sohbetimiz oldu, onu  seviyorum. Ona en ufak bir zarar gelmesini de asla arzu etmem, bir İslam cumhuriyetinde eğer Süruş yaşayamıyorsa orada çok ciddi sorunlar var demektir, Süruş her ne düşüncede ise, bu onun ülkesini terketmesinin meşru gerekçesi olamaz. Yazık ki birçok yerde Müslümanların iktidara gelişinde hayatları boyunca emek harcayan İslamcılar, iktidar olunduktan sonra yanlış ve adaletsiz iktidarı ıslah etmek üzere eleştiri yaptıklarında onların yakın çevrelereri tarafından baskı altına alınmaktadırlar. Bu durum Sudan’da Hasan Turabi ve arkadaşlarının da başına geldi. Türkiye’de “Müslümanlara adil iktidar yaraşır” diyenlera aba altından sopa gösterilmekte, çeşitli yol ve yöntemlerle baskı altına alınmaktadırlar. İran’da da Süruş ve yakın çevresine bu türden baskı uygulanması İslam Cumhuriyeti’nin ayıbıdır. Ama bu yine de Hak ve hakikat adına Süruş’un görüşlerini kritik etmemize de engel teşkil etmez. Eleştiri bir hak olduğu kadar bir görevdir de.

Süruş, “aydın-ulema” yanı olan bir şahsiyettir. Zaman içerisinde mollalara muhalefet etme sürecinde “aydın” yanı, “ulema” yanına baskın çıktı. Mollaların siyasetini, bugünkü iktidarı haklı sebeplerle eleştirdi. O eleştirilerin önemli bir bölümüne biz de katılıyoruz. Ancak Abdülkerim Süruş, geçmişten Meşşei filozoflar gibi siyasî muhalefeti felsefî meselelere dönüştürdü. Felsefî tartışma, siyasî bir muhalefet formuna büründü. Süruş eleştirilerini felsefe, epistemoloji ve siyaset sosyolojisi çerçevesinde tutması gerekirken  aktüel siyasetin etkisine girip günün siyasî tartışmalarında taraf oldu. Bu onun filozof, entelektüel formasyonuna halel getirdi.

Belirtmek gerekir ki Türkiye İslamcılarının da başına gelen felaket bu oldu. Zaman zaman dile getirdiğimiz üzere Müslüman entelektüellerimizin devlet bürokratı, memuru olması, İslami birikimlerini devletin bölgesel çıkarları doğrultusunda kullanması ve bunun sonucunda mezhepçi ve milli(yetçi) bir dili kolayca sahiplenmesi.

Abdülkerim Süruş eleştirilerini mollalara yöneltirken onları tezlerinde ilzam etmek gayertiyle epistemolojinin yardımına başvurdu. Bu onu bizzarure ve trajik bir biçimde hermenötikçi, Popperci ve tarihselci bir çizgiye sürükledi. Aslında Süruş haklı sebeplerle siyasi iktidarı eleştirirken Popper veya hermönetikçilere müracaat etmeden de felsefi eleştiri yapabilirdi. Bunun için hem Şii hem Sünni kelam ve fıkıh kaynakları ona yardım edebilir. Şii kaynaklara neden başvurmadığını bir ölçüde anlamak mümkün; çünkü iktidarı kontrol eden hakim İran uleması meşruiyetlerini Şii bilgi ve kelam kaynaklarına dayandırırlar. Bu sanki onların Şia üzerinde son söz söyleme hakkını ellerine veriyormuş gibi bir algıyla beslendiğinde Şia’nın ulema tarafından temellük edilmesi Süruş’u söz konusu kaynaklardan uzakta tutmaya sevketmiş olabilir.

Ancak benzer durum Sünni kaynaklar için söz konusu değildir, bu açıdan Sünni mirasın Şii mirsa göre daha avantaj sağladığını söyleyebiliriz. Bu konuda zengin Sünni düşünce geleneği Süruş’a ve elbette hepimize önemli imkanlar sunmaktadır. Süruş demokrasiyi temellendirme çabasına girişirken, söz konusu siyaset yöntemini yanılabilirliliğe ve çoğulculuğa dayandırıp bu çerçevede “demokratik çoğulculuk” fikrine ulaşması için Batılı demokrasilerin liberal teorilerine gitmeye gerek yok. İslam tarihinde neşvü nema bulmuş birden fazla itikadi-kelami ve fıkhi mezhebin bugüne kadar süren varlıkları ve tümünün ana kubbe altında toplanmış olması çoğulculuğun fiili-somut göstergesidir, başka somut göstergeye de lüzum hissetmemektedir.

“Yanılabilirlilik” Sünni akide ve usulün ana parametrelerinden biridir. Çünkü hangi yüksek seviyede müçtehit olursa olsun –diyelim ki Ebu Hanife ve diğer mezhep imamları- son tahlilde içtihat ve tefsirleriyle “mutlak hakikat”e değil, “zanni bilgi”ye sahiptirler. Gerçekte gaybubet halindeki 12. İmam’dan sonra Şia ulema geleneği de bundan büsbütün kopuk değildir. Süruş da bilir ki, Ayetullahlar –uzmaları dahil- imamın naibidirler (Naibu’l imam), yani masum ve yanılmaz kimseler değildirler. O halde onların bilgi ve görüşleri de “zanni”dir, mutlak değildir. Süruş kendi bilgi, tefekkür ve bilgi kaynaklarına müracaat edip güçlü bir siyasi felsefi eleştiri akımı başlatabilir, bu da zamanımızın İslami siyaset düşüncemize önemli bir zenginlik ve derinlik katabilirdi. Bunun tarihteki en parlak örneği, Sünni iktidarlara karşı büyük tehlike arzetmeye başlayan Gulat ve Batınıliğin felsefi forma sokulmasını doğru tespit ve teşhis edip siyasi bir mücadeleyi felsefenin dilini kullanarak başlayan İmam Gazali teşkil eder. Gazali’nin açtığı yoldan ilerleyebilseydik, tarihte hayli zengin bir siyaset düşüncesi, felsefesi geliştirebilme imkanımız olurdu. Bu bir yandan kelam ilmine toplumsal ve tarihsel durumların değişimine parallel önemli dinamizm kazandırırken diğer yandan güçlü mütefekkirlerin kelami ve fıkhi zeminde tartıştığı siyaset düşüncesinin açtığı yolda siyasetin aktüel ve dönemsel rengi de değişirdi. Dün yönetim her zaman bunu hak etmeyen sultan ve halifelerin elinde idi, bugün İslamiyet’in sadece dindarane yanını bilip kelam ve fıkıhtan, felsefe ve tarihi tecrübeden büsbütün habersiz muhteris profesyonel siyasetçilerin elinde yürütülmektedir. Siyasetin meşruiyet çerçevesini temellendiren kelam ve fıkıh bilmeyen, olaylara yeterince nüfuz edici entelektüel birikime sahip olmayan dindar siyasetçiler –ne kadar iyi niyetli olurlarsa olsunlar-küresel system, müesses nizam ve onlara siyasetin hatt-ı hareketi hakkında yönlendirici fikirler verilenler tarafından kolayca manipüle edilebilmetedirler. İran ve başka yerlerde siyaseti seküler tasalluttan ve dindarane birikimsizlerden kurtaracak olan güçlü Müslüman mütefekkirlerin aktüel siyasete bulaşmadan açacakları mecrada başlayıp sürecek olan tartışma ve çabalardır.

Süruş bu mecrada önemli rol oynayabilirdi; öyle yapmadı, tabir caizse imama kızıp camiyi terk etti. Öyle yapmamalıydı; ama inşallah Süruş’un ruhu camidedir. Pekiyi acaba Ali Şeriati bugün yaşasaydı, Süruş gibi mi olurdu? Bilmiyorum ve sanmıyorum.

dünyabülteni

 

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.

Medya Kritik Haberleri

Malatya'da Corona virüs ile ilgili alınacak tedbirler açıklandı