Bismillahirrahmanirrrahim
Bir yanda halkın selameti ve huzuru için çalışması gereken devlet ve onun başındaki hükümet, diğer yanda “bu halkın özgürlüğü için mücadele ediyorum” iddiasındaki bir örgüt, ortada ise on yıllardır ezilen; başından zulüm eksik olmayan bir halk. Tarih sayfalarında Anadolu ile ilgili söylenen; “sürekli başka devletlerin hedefinde olan coğrafya” yorumu, aslında tam da mazlum Kürdistan'a uyuyor. Bölge insanı sosyal olarak bir gerginlik içerisinde; ekonomik olarak ise felç edilmeye çalışılıyor.
Devlet ve örgüt iki buçuk yıl boyunca hazırlandığı savaşı başlatmış oldu. Sakladıkları kozları paylaşmaya, topladıkları gücü göstermeye başladılar. Her iki taraftan gerek siyasi gerek askeri yetkililerinden tehditler yükseliyor. Kürt halkının topraklarında Kürt halkı üzerinde bir savaş yürütüyorlar. Savaş sadece alanda değil medya üzerinden de karşılıklı. Birbirine tamamen zıt bilgiler ortasında neyin doğru olduğu; kime yakın durduğunuza bağlı kalıyor. Sosyal medyadaki kontrolsüz yalan furyası ise başlı başına bir facia. Fitne ayyuka çıkmış ve artık katilden beter olmanın ispatında aşikâr bir şekilde ölümlere sebep oluyor.
Kürtlerin huzuru için en ufak bir katkısı olmayan, geleceğine dair endişe kırıntısı bile taşımayan örgüt elemanları, sorumsuzca tavır ve açıklamalar yapıyor. Oyun oynar gibi özerklik ilanları yapıyorlar ve adeta devlete müdahale davetiyesi çıkarıyorlar. Bölgeyi süreç uğruna örgüte teslim eden devlet de pişman olup; verdiğini geri almak için tanklar ve ağır silahlarla ilçelere giriyor. Oysa devlet müdahale ederken kendi suçluluğunun farkında olmalı. Halka zarar vermemeyi mutlak esas almalıdır.
Toplumun her tıngırtıda ortaya çıkan eylemcileri bile duyarsız. Ortalıkta, kol kola girip yürüyen sanatçılar(!) da görünmüyor; Kandil'e sefer düzenleyen gazeteciler de… Ağaçlar kesilmesin diye dozerlerin önüne geçenler, su sıkılmasın diye TOMA araçlarına karşı duranlar da kayıp. Bu cengâver milletvekilleri nedense öldürülen Kürtlerin canlarına birkaç ağaç kadar değer biçmiyorlar. Demek ki; viraneye çevrilen beldelerimiz de başkalarının “doğal yaşam alanları” kadar değerli bulunmuyor. Oysa hiçbir şey değil, sadece ahlaksızlık uğruna bir LGBTİ yürüyüşüne bile birkaç milletvekili yol bulup katılıyordu.
Devlet yetkilileri halkı örgüte teslim etmek demek olan suçlayıcı ifadelerden vazgeçmiyor. Halkın yarasına merhem olması gerekenler, sürekli öfke dolu açıklamalarla ortamı kızıştırıyor ve daha bir ay öncesine kadar müzakere ettiği ortağına ateş püskürüyor. Tabi o ateş çoğunlukla karşıya yetişmeden çaresiz halkın üzerine düşüyor.
Bunun değişmesi için öncelikle hem devlet hem de örgütte anlayışların değişmesi lazım. Örneğin; örgütün siyasi uzantıları, artık bu halkı sürekli yıkım ve kargaşaya davet etmeyi bırakmalıdır. Gerek milletvekilleri gerek belediyeleri ile halkı özgürlük hayalleri ile avutmak yerine hizmet vermeyi esas almalıdır.
Devletin de Kürtlerin gasp edilen haklarını iade ettikten sonra örgütle meşru dairede mücadele etmesi gerekiyor. Sadece öldürmeye ve bu şekilde örgütü bitirmeye yönelik hedefler asla başarıya ulaşamaz. Çünkü öldürülen her insanın arkada bırakacağı bir etki vardır. Ailesi başta olmak üzere arkadaşlarından akrabalarına kadar birçok insan örgütün kucağına itilmiş olmaktadır. Onun için dağdakilere silah bıraktırmak veya “etkisiz hale getirmek” yerine öncelikle o gençlerin dağa gitmesine sebep olan zeminin ortadan kaldırılması gerekir.
Sonuç olarak; son durumda görünen apaçık bir şerdir. Mallar talan ediliyor; nesiller heba oluyor; zihinler ölümle, kalpler zulümle işgal olmuş durumda... Ancak bu şerri hayra inkılâp ettirmek; elinde imkân olan yetkili ve etkili kişilere düşüyor. Eğer bu sıkıntılardan bir ibret alınıp ona göre yeni bir yol çizilirse; “şüphesiz her zorluktan sonra bir kolaylık vardır.” Yok, eğer hatalarda ısrar olur ve herkes kendine göre hesaplarla tuzak kurmaya devam ederse; Allah “onları da kavimlerini de toptan helak etmeye” kadirdir.
Neuzubillah.