Suratı asıktı. Hızlı, isteksiz yürüyordu. Hava çok soğuktu. Toprak bile donmuştu. Yürürken ayaklarının altında kırılan buzların çıkardığı sesler kulağına doluşuyordu.
Soğuk havaya rağmen gözlerinden uyku akıyordu. Dün yine köylülerle beraber ilçe de bir ziyaretteydi. Gece yarısı eve gelebilmişti. Birkaç saat anca uyuyup sabahın ezanıyla kalkmıştı. İçinden her şeye lanet okuyordu. Bu sene topraktan iyi bir mahsul gelse de bir ortaklığa, bir işe yatırsa, servisi satsa ne güzel olurdu. Artık bu işten bıkmıştı.
Servis aracının yanına gelip kapısını açtı. Çantasını içeri attı. Bir sigara yaktı.
- Ehsan, Ehsan! Döndü. Seslenen Sadık amcaydı. Kesin bir şey isteyecekti. Sigarasını elinden attı.
- Buyur emmi!
- Ehsan, benim Zeynep’in oğlu, hafta sonu bizdeydi. Dün gidecekti, koymadım. Sabahına Ehsan abin seni götürüverir, dedim. Okula gidecek. Sonra oradan eve gider. Sabim, şehre kadar yürümesin. Yürürse 2 saatten fazla sürer. Hava ayaz üşütmesin. Sen onu da götürüver, emmin gurban.
- Olur emmi! Dedi ama morali iyice bozuldu.
“ Emmi, ben ilçenin içine girmeyeceğim. Bir yerde işçiler toplanır beni bekler. Onları fabrikaya bırakacağım. Gece vardiyasından kalanları da evlerine bırakacağım. Şimdi senin oğlanı alırsam işim uzar, geç kalırım.” Diyemedi. Genel olarak insanlara hayır diyemiyordu. Sanki istemese bile karşısındakinin isteğini yerine getirmek zorunda hissediyordu. Bu yüzden köyde onun servisini kullanmayan yoktu. Onun servisi; köy minibüsü, okul servisi, ambulans, cenaze arabası, gelin arabası, hatta piknik ve gezi arabası olmuştu. Zaten köyde hususi aracı olan birkaç kişi vardı. Onlar da burunlarından kıl aldırmıyordu. Hatta muhtar ona da:
- Oğlum, bizim insanımızla baş edilmez. Sen bir-iki kere he dedin miydi artık sana kimse acımaz. Gelenin durumuna bak, cenazeye hastaya eyvallah ama diğer şeylere yok de, diye nasihat etmişti. O yapamıyordu. Bu huyu yüzünden servisi aldığından beri huzuru kalmamıştı.
Kendi kendine söyleniyordu:
“ Millet sürekli işini gördürecek adam arıyor. Şimdi, yok yere yolum uzayacak. Genç adam yürüyüversin işte.” Arabaya geçip beklemeye başladı. Çok geçmeden uzun boylu, kara gözlü, 15’li yaşlarında görünen bir delikanlı geldi. Üzerinde okul forması, sırtında çantası vardı. Kapıyı açıp selam verdi. Çantasını sırtından çıkarıp oturdu. Ellerini ovuşturuyordu. Yüzünde ergenliğin tüm belirtileri vardı. Kocaman burnu, soğuktan kıpkırmızı olmuştu.
Köy yollarında sallana sallana giden servis tüm çukurlara itina ile giriyordu. Bunun cezasını haliyle içinde oturanlar çekiyordu. Delikanlı utangaçtı. Elini kolunu nereye koyacağını bilmeden:
- Havalarda çok soğuk bu aralar. Aslında ilçe biraz daha sıcak, köye doğru geldikçe ayaz artıyor. Belki de bizim ev şehrin ortalarında olduğu için daha sıcaktır, dedi mahcup bir sesle.
Şoför konuşmadı. Delikanlı şuan bir insanın yaptığı iyilik karşısında ezilen ve verdiği rahatsızlığı en aza indirmeye çalışan bir insanın yaptığını yapıyordu. Çatallı, kalın sesini biraz neşeli bir tona büründürerek:
- Valla abi, sizin işiniz de çok zor. Her gün insanları fabrikaya götür, getir. Öğrenci taşı dur. Ama şoförlük çok insan tanımak, her gün yeni bir hikâyeye tanık olmak, demektir. İnsan sarrafı oluyorsunuz değil mi? Şoför fısıldadı:
- Yaa, ya…
Çocuk duymamış gibi devam etti: Ben edebiyatı çok severim. Özellikle de insana dokunan, hayata ayna olan hikâyeler yazmak isterim. Çok iyi yazamıyorum. Ama çok okurum. Böyle sizin gibi bir işte çalışsam, gözlem yeteneğim acayip gelişir. Bakın aklıma ne geldi. Sizin tanık olduğunuz güzel bir hikâye varsa onu kaleme alabilirim.
Şoföre yandan bir bakış attı. Yüzünde davetsiz misafir ağırlayan bir ev sahibinin mutsuz ifadesi vardı veya delikanlıya öyle gelmişti. Hiç konuşmadığı için aklından geçeni anlamak imkânsızdı. Genelde az konuşan insanların ne düşündükleri bilinmediği için onlara karşı bir çekingenlik oluşuyordu. Bir müddet sustu. İkisi de arabadan çıkan sesleri dinliyorlardı. Asfalt çok bozuk olduğu için araba hızlanamıyor, yol uzadıkça uzuyordu. Hele bu sinir bozucu suskunlukla yol hiç bitmezdi. Muhabbetle yollar kısalıyordu. Hem meskenler arası, hem yürekler arası… Bu bir hakikatti.
Delikanlı suskunluğu bozdu. Bir muhabbet açmak için:
- Şoför olmak çok zor olmalı değil mi abi? Sonra cevabını beklemeden:
- Böyle sabahın köründe çıkmak. İnsanları beklemek falan… Size mesleğinizi seçme şansı verilseydi, hangi mesleği seçmek isterdiniz?
Şoför aniden başını çevirdi. Dişleri arasından:
- Ya sabır, ya sabır” dedi.
Kendi mesleğimi seçme imkânım olmadı ve bu işi yapmak zorundayım. Sana ve senin gibilere katlanmak zorundayım. Sen de geçmiş karşıma, yarama tuz basıyorsun. Kim bu saatte yollara düşüp akşama kadar direksiyon sallamak ister. Her gün milletin angaryasını çekmek ister. Demek isterdi. Diyemedi. Onun yerine kızgın bir sesle:
- İnsan neden konuşmadan duramaz ki! Sabahtan beri boş boş konuşuyorsun? Dedi ve sustu.
Serviste soğuk bir hava esti. Delikanlı önüne döndü. Oturduğu yerde iyice büzüştü. Hatta rengi attı fakat bir şey demedi. Artık yol boyu bir şey demedi. Araba sarsılarak yoluna devam ederken içindeki iki kişinin de suratları asık, düşüncelere dalmışlardı.
Biri içinden; servis arabasına, şoförlüğüne, uykusuzluğuna, köylülere ve başına bela olan bu delikanlıya, herkese kızıp delikanlıya patladığı için kendisine kızıyordu.
Diğeri, yanındaki öfkeli şoföre, dedesine ve minnetsizce yürümek varken bu arabaya bindiği için kendine kızıyordu. Sonuçta ikisi de aynı yüz ifadesine bürünmüşlerdi.
Öte yandan sadık emmi, camiden çıkınca bayağı üşümüştü. Eve varana kadar torununu okuluna bırakan İhsan’a dualar ediyordu.
Meryam Varol