Yirmi yıla yakındır “28 Şubat bitti. Halkın inancına ve değerlerine saldıranların hevesi kursaklarında kaldı. Bin yıl sürecek dediler; ama birkaç yıl bile sürmedi.” Söylemlerini kulaklarımızın neredeyse duymadığı gün yok!
Gerçekten 28 Şubat bitti mi?
Bıyık altından gülenlerin olduğunu görür gibiyim. Biten miten bir şey yok! Sadece şu an hükümet etkisiyle ‘işkence, haksız gözaltı, yargılama problemleri, başörtüsü’ gibi bazı noktalarda bir yumuşama söz konusudur. 28 Şubat’ı ortaya çıkaran laik, şoven ve Kemalist yasalar ve etki hala ilk gün gibi güçlü ve yerinde duruyor. 12 Eylül darbecilerinin klasik bir yargılaması dışında darbenin olumsuz etkilerinin giderilmesi, Anayasanın değiştirilmesi noktasında bir tık ilerleme yok! Kemalist kutsallar olduğu gibi duruyor. Bu kutsallara dokunan, kutsalları eleştiren 28 Şubat’ın işkence, gözaltı ve zindanını yaşamasa da bir dışlama, ötekileştirme bombardımanına tabii tutuluyor ki onlarca yaşanmışlık söylenecek bir cümleye hacet bırakmıyor.
28 Şubat’ın amacı neydi? İslami, ahlaki, insani, hakkaniyetli ve vicdani söylem ve eylemler rejim için bir tehlike addedilmişti. Bu tehlikenin bertaraf edilmesi için ‘asker, polis, yargı, bürokrasi, eğitim, medya ve kronik Atatürk hayranları’ dört koldan seferber olmuştu. O gün bu seferberlik ‘döverek, söverek, dışlayarak ve suçlayarak’ yol alıyordu. Bugün de işin içinde ‘dövme, sövme gibi’ fasıllar olmasa da İstanbul Sözleşmesi, Asya steplerine kadar uzanan bozkurt ruhu, kendilerini köle Isaurra formatı masumlaştıran(!) Kemalist azınlık ve azgınlık ‘deşifre etme, tehdit etme, itibar kaybına uğratma’ gibi yöntemlerle yine yol alıyor.
Sadece son bir haftanın grafiği çıkarıldığında, fizibilite çalışması yapıldığında 28 Şubat algısı ve zihniyetinin bitmediği, sadece dini değerleri yok etmede yöntemin değiştiği/değiştirildiği görülecektir. Beni inancımdan, dilimden, kimliğimden koparanlar dün ‘kötü polis’ bugün ‘iyi polis’ rolüyle hareket ediyor. Değişen sadece maço taktiğin light bir taktiğe dönüşmesidir. Hükümet ve iktidar bizden diye eğilmedik boyun, bükülmedik diz ve yuvarlatılmayan söylem kalmadı.
İzmir’de örtüsüyle okula giden kız okuldan kovuldu. Bir öğretmen ve idareci göstermelik açığa alınsa da başörtü yasağını meşrulaştıran ‘kılık kıyafet yönetmenliği’ olduğu gibi duruyor.
İstanbul Sözleşmesi’nin meşum sonuçları ve art niyetli uygulaması ortada iken birileri karşı çıkanları şikâyet etmekle tehdit ederken Yozgatlı Halil Kalbe de eşinin açık ihanetine rağmen süresiz nafakaya maruz bırakılıyor. İntihar mektubunda da şu son cümleyi yazıyor:
“İstanbul Sözleşmesi zulümdür.”
Antalya’nın Finike ilçesinin bir köyüne öğretmen gitmez, giden durmaz. İlahiyat mezunu bir bayan gönüllü ders verir. Ama o çarşaflı ve eşi imam olduğu için ‘hurra!’ saldırı ve sonrası soruşturma açılır. Affedersiniz orasını burasını açanlar da muktedir sözleşmenin gölgesinde özgürlük sembolleri ve dokunulmaz kutsallar olur.
Televizyon ve diziler de bundan hiç geri durur mu?
Show TV’de bir imam temsili içinde imamlar alabildiğine kara mizaha tabii tutulur. Acaba bir rahip, haham için yürekleri yeter mi? Kanal D’de Arka Sokaklar, dizisinde çarşaflı kadın örgüt elemanı gibi gösterilir. TRT’de Teşkilat adlı dizide İŞİD üzerinden tekbir seslerine ve panzere asılı kelime-i tevhid bayrağına bomba yağdırılır. Payitaht, Selçuklu ve Kuruluş dizilerinde her şey ‘Türk ve Türklük’ üzerinden yürür, memleketler bu isimle fethedilir. Peki, bu ülkenin diğer unsurları nerede? Efendim, ‘Türk’ derken falan filan kastedilir’le başlayan bir sürü kafa ütüleyici ve ikna(!) edici cümle devreye girer.
Söyler misiniz 28 Şubat’tan giden ne, biten ne, öz ülkesinde parya olmaktan kurtulan kim?