29 Haziran, 1925'te Diyarbakır'da darağacağına gönderilen Şeyh Said'in idam edilmesinin doksan birinci yıldönümüdür. Aradan geçen yaklaşık bir asra rağmen Şeyh Said Hazretlerinin kıyam nedeni üzerindeki tartışma hâlâ devam ediyor.
Bu tartışmanın en sorunlu tarafı Şeyh Said gibi tasavvuf ve medrese geleneğinden gelen bir ismin, kendi ortamından koparılarak değerlendirilmesidir.
Şeyh Said'in ait olduğu gelenek ve içinde bulunduğu koşullar dikkate alınmadan onun kıyam nedenini, daha doğru bir ifadeyle onun kıyam amacını doğru anlamak mümkün değildir.
Şeyh Said, Şeyh Ali Septi'nin torunudur. Şeyh Ali Septi ise Şeyh Halid-i Bağdadî (El Osmanî El Şehrozorî El Kürdî)nin torunudur.
Şeyh Halid, bir müderris ve mutasavvuftur; hem fikir hem irfan adamıdır. İnsanın sadece iç dünyası ile değil, aynı zamanda İslam hukuku çerçevesinde sosyal ve siyasi hakları ile ilgilidir.
Şeyh Halid'in çizgisi, insanın birey olarak kemalini; İslam dünyasının da bu çerçevede kurtuluşunu hedefliyor. Şeyh Halid hareketi, İslam dünyasını modernleştirme ve işgal projelerine karşı çıkıyor.
Halifelerine gönderdiği mektuplarda “…Edeplerin en mühimleri, Şeriat-ı Garraya yapışmak, zorluklarda ve darlıkta sabırlı olmak için kendini hazırlamak, Sünnet-i Seniyeye yapışıp çirkin bidatlerden sakınmak, kırık kalp ile Allah'a yalvarmak… Dünya ve ahirette hakiki Mahbub'dan(cc) başka kalbin başka bir şeyle ilgisinin kalmamasını sağlamaktır.” “Gücünüzün yettiği kadar azimetleri tutunuz. Bir şeyin hepsine ulaşılmasa bile azı da bırakılmaz.” (5.Mektup) “Zor işleri komutan görüşünüzle kolaylaştırınız. Dağınık olan beldelerin ve kullarının maslahatlarını şaşmayan, isabetli fikrinizle düzeltmeye devam ediniz.” “Mevla(cc)'nın rızasına baktım. İslam idarecilerinin emirleri şeriata uygun olduğunda, itaat vaciptir hükmüyle hareket ettim.” “Zulmedenler, yakında nasıl bir inkılapla devrileceklerini bileceklerdir. (Şuara 227)” ( 11. Mektup) diyen Şeyh Halid mutlak bir Şeriat adamıdır. Tasavvuf ile ilmi bir daha buluşturmakla İslam âlimleri tarafından çağının müceddidi kabul edilir. Laik kesimler ise onu “sırtında mavzeri elinde tesbihi ile daima emre hazır, kurşun gibi müritler yetiştiren” biri olarak tasvir eder.
Çeçenistan'ın Ruslar tarafından işgaline karşı cihad başlatan Şeyh Şamil, Cezayir'in Fransızlar tarafından işgal edilmesine karşı halkının önderliğini üstlenen Seyyid Abdulkadir-i Cezayirî ve israil'in Filistin topraklarında kurulmasına karşı askeri direnişi örgütleyen İzzeddin Kassam'ın onun hareketine mensup olması bir tesadüf olmadığı gibi, İslam dünyasında İhvan-ı Müslimin'in kurucusu İmam Hasan El Benna, Nur hareketinin önderi Üstad Bediüzzaman Said-i Nursi, Milli Görüş Hareketinin esin kaynağı Mehmet Zahit Kotku ve fiili lideri Necmettin Erbakan dahil kültürel modernizme Batı taklitçiliğine karşı çıkan ilk dönem neredeyse bütün isimlerin hayatlarının en azından bir bölümünde Halidî dergahlarla bağlarının olması da tesadüf değildir.
Bugünün sekülerizm taraftarı olmasa bile seküler zihniyetli insanı, Şeyh Said'i seküler bir mantıkla parçalamaya, ikiye bölmeye çalışıyor; onun ya şeyh ya da toplum önderi ( ya şeyh ya bey, ya şeyh ya siyasetçi) olmasını bekliyor. İçinde bulunduğu koşullarda bu ikisi bir arada düşünülemediğinden Şeyh Said için de düşünemiyor. Oysa Şeyh Said, onu buna zorlayanlar gibi seküler zihniyette değildi.
Şeyh Said, seküler bir bakış açısıyla anlaşılmaz. Onun kıyam amacı ancak bu Halidî çerçeve içinde anlaşılabilir. Halidî çizgide genel olarak dış düşmana karşı fiili savaş, iç sapmaya karşı silahsız ama etkili fiili mücadele anlayışı hâkimdir. Şeyh Said'i burada ayıran nokta, onun iç sapmaya karşı da savaşı tercih etmiş olmasıdır. Bu, onun döneminin ağır koşulları karşısında yaptığı bir tercihtir.
Prof. Neşet Çağatay, Ankara İlahiyat Yayınları arasında çıkan “Türkiye'de Gerici Akımlar” kitapçığında Türkiye'deki İslam kaynaklı isyanları Kemalist bakış açısıyla ele alırken şunu söylüyor: “1923 tarihi, Türk milletinin kaderi bakımından çok önemli bir dönüm noktasıdır. Bu tarihte monarşik idare bırakılıp Cumhuriyet rejimine geçilmiş, teokratik düzen bırakılıp laik düzen kabul edilmiş, kısacası bin yıldır kader ve kültür birliği yapılan İslam dairesinden ayrılıp batı kültür ve medeniyet dairesine girilmiştir. Bu, bir milletin tüm bir silkinişi ile bin yıllık bir geçmişi bırakıp kendisine yepyeni bir hayat yolu çizmesidir ki böyle bir örneğe tarih boyunca ender rastlanır.”
Türkiye'nin 20. Yüzyılın başındaki değişim, bizzat bu değişimi gerçekleştirenlerin en azından bir bölümü tarafından daha ilk günden böyle tasarlanıyor ve bu tasarı, halktan itinayla saklanıyor. Ama, dönemin matbuatını, muhtemelen, birkaç dil bilen yakın dostu Kaymakam Salih Begê Hênî'den temin eden Şeyh Said, bazı gelenek çevrelerinin aksine durumun farkındadır, olayın aktörlerinin köşk duvarları ardında konuştuklarını anlamış, niyetlerini tespit etmiştir.
Diyarbakır'da İstiklal Mahkemesi'nin önüne çıkarıldığında sorulur:
İsyan hareketini siz nasıl tasavvur ettiniz, sizi teşvik eden (var mıydı) veyahut ilham mı vaki oldu?
Şeyh, cevap verir:
“Hâşâ, ilham gelmedi. Kitaplarda gördüm ki, imam şeriattan saparsa isyan vaciptir.”
Bir daha sorulur:
Şeriat ahkamı, icra edilmediğinden bu isyanı vücuda getirdiniz, öyle mi?
Şeyh, cevap verir:
“İmam, eğer Şeriat ahkamını icra etmezse dedim, bu şer'an isyanın cevazına delildir.”
Mahkeme süreci içinde sıra Diyarbakır meselesine gelmiştir:
Diyarbekir'e girdikten sonra ne yapacaktınız?
Şeyh, cevaplar:
“…Men-i müskiratı(içki yasaklama hükmünü) tatbik ettirecek, medreseleri açtıracaktık.”
İki mesele, Şeyhi çok endişelendirmiştir: Biri, kötülüklerin anası içkinin serbest bırakılması ki bu tasavvuf ehlinin üzerinde çok durduğu ahlakî çöküşün başıdır. Diğeri, medreselerin kapatılmasıdır ki bu da İslam'ı sürdürecek ilmi yapının ortadan kaldırılmasıdır. Hem müderris hem mutasavvuf olan Şeyh, durumun farkındadır: Yeni nesiller, ahlaksızlıkla iğfal edilecek ve onları bu iğfalden uyandıracak âlimlerin yetişmesine izin verilmeyecek. Bu, geleceğin kapkaranlık olmasından başka neydi ki?
Şeyh Said'in hem İslamî bilinci hem toplumsal sorumluluğu buna sessiz kalmasına engeldir. Onun karşı çıkışında İslamî bilinç kadar o İslamî bilinçten kaynaklanan toplumsal sorumluluk da etkilidir.
İslam ile Kürtlerin haklarını zıt kutuplara yerleştiren ancak Şeyh Said'in Kürtler içinde sevilme mirasından da pay almak isteyen sosyalist Kürtçü yapılanmalar ısrarla Şeyh Said'in Şeriat için değil, Kürtçülük için “başkaldırdığını” iddia ediyor.
İyi niyetli olsalar da seküler bir eğitimin etkisi altında yetişen kimi Müslüman aydınlar ise “O Şeriatçıydı, onun Kürtlerin hakları ile bir ilgisi yoktu” diyor; Şeyh Said'i siyasetle ilgisi olmayan “ruhî bir önder” konumuna düşürüyor.
Kürtler, ilk Müslüman toplumlardandır. Kürtlerin yaşadığı coğrafyanın İslam orduları tarafından fethi, İslam Peygamberinin (S. A. V.) Medine'ye hicretinden sadece on beş- yirmi yıl sonrasına denk gelmektedir. Mekke'nin fethine katılan sahabeler, Diyarbakır'ın fethine de katılmış. Huneyn'de koşan atlar belki Urfa önlerinde de koşmuştur.
Kürtlerin milli kimliği Hz. İsa (as) sonrasındaki çağda İslam'la şekillenmiş. Daha önce sürekli Bizans ve Sasani katliamlarına uğrayan, onların çekişmelerinin kadrolu mağduru olan Kürtler İslam'la rahat bir nefes almış; bir yandan büyük siyasi ve askeri önderler yetiştirirken öte yandan Malezya ve Endonezya'nın irşadında bile önemli rol alan büyük İslam âlimleri yetiştirmişler. Daha önce dağlık, bedevilik ifade eden Kürtlük, İslam'la saygınlık kazanmış; Kürt coğrafyasından çıkan âlimler künyelerine “Kürdî” ifadesini hep eklemişlerdir.
Kürtlerin dilinde “Şeriat” ile “Hak-Adalet” eş anlamlıdır. Bir Kürt “Ben, adalet istiyorum” demek istediğinde “Ben Şeriat istiyorum” der. Endülüs'te Arap olmak ile Müslüman olmak; Balkanlarda Türk olmakla Müslüman olmak aynı anlamda kullanıldığı gibi Kürtlerin yaşadığı coğrafyada da Kürt olmakla Müslüman olmak pek çok yerde aynı anlamda kullanılmıştır. Nitekim Hıristiyanlığı terk edip İslam'ı seçen Ermeni ve Süryaniler kendi yeni konumlarını kimi zaman Müslümanlaşmak; kimi zaman Kürtleşmek olarak ifade etmişler; bunda da hiçbir çelişki görülmemiştir.
Osmanlı ile Kürtler arasındaki hukuk, diğer Osmanlı kavimleri gibi tamamen Şeriat üzerine bina edilmişti. Kürtler, en ağır darbeyi Osmanlı'nın Batılılaşması ile yediler; daha 1808'lerden başlamak üzere Osmanlı, Batılılaştıkça Kürtler kaybettiler.
Cumhuriyet'ten önceki en büyük Batılılaşma adımı olan Tanzimat'la birlikte Kürtlerin Yavuz Sultan Selim döneminde kazandıkları bütün siyasi haklar elden çıktı; Kürt mirlikleri bir bir yıkıldı. Ağır bir siyasi dağılma yaşayan Kürtler, tasavvuf önderlerinin etrafında buluşarak haklarını korumaya çalıştılar.
1870'li yıllara gelindiğinde Kürtlerin siyasi idaresi neredeyse tamamen Halidî şeyhlerinin elindedir. Şeyh Ubeydullah-ı Nehri gibi şeyhler hem dini hem siyasi önderdir. Onların etki alanında din ile siyaset, ayrı değil, bir bütündür. O dönemden sonraki Kürt coğrafyası hareketlerinin önderleri hep Halidî şeyhleridir ve onların hiçbiri “Kürtlerin hakları” ve “Şeriat” diye bir ayrım yapmamıştır. Çünkü Şeriat'ın kaim olması zaten Kürt haklarının teminatıdır. Buna karşılık Batılılaşma; 1. İslam hukukunun lağvedilmesi (laiklik) 2. Milliyetçilik yönleri ile Kürt haklarının doğrudan ayaklar altına alınması anlamına geliyordu.
Batılılaşmaya “Şeriat” gereğince karşı çıkmak, Kürt haklarına sahip çıkmayı doğrudan gerektiriyordu. Şeyhler de halk da yönetim de bunun farkındaydı. Şeriatın yürürlükte olması, hukukun korunması ve ırkçılığın reddi anlamına geliyordu ki Kürtlerin talepleri bu ikisinden başka bir şey değildi.
Şeyh Said, Kürt haklarına duyarsız olamaz çünkü;
1. Teorik açıdan: O bir toplum önderiydi ve önderi olduğu toplumun “konuşma” hakkı dahi Batı kökenli bir ırkçılıkla elinden alınıyordu.
2. Pratik açıdan: Şeyh Said'in Cibranlı Halid Bey gibi Kürt önderlerle fiili ilişkisi inkâr edilemez. Bununla birlikte onun iletişim içinde olduğu Kürt önderler aynı zamanda dindar kişiliği ile bilinir. Nitekim Cibranlı Halid Bey, tasavvuf ehli Kürt uleması arasında hâlâ büyük bir saygınlığa sahiptir.
Şeyh Said, Kürtçü olamaz çünkü;
1. Teorik açıdan: Şeyh Said'in mensubu olduğu Halidî dergahın en büyük iddiası Kur'an ve Sünnet'e eksiksiz tabi olmaktır. Dergah, ümmetçidir; ümmetin bütünlüğünü savunur.
2. Pratik açıdan: Ergani'nin tasavvuf ehli Türk aileleri Şeyh Said'in yanında yer alırken Bedirhanlar, Babanlar gibi İttihatçılarla kurdukları iletişimle sekülerleşen hiçbir Kürt aile, Şeyh Said'in yanında yer almamıştır. Aksine Mustafa Kemal; Bedirhanların “Çınar” soyadlı koluna Milli Eğitim Bakanlığını; Babanlara ise dönemin Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) anlamına gelen yükseköğretim idaresini teslim edecek kadar onlarla müttefiktir.
Şeyh Said'i doğru anlamak için onu kendi ortamı içinde ve üstlendiği toplumsal önderliğin ona yüklediği sorumluluk doğrultusunda değerlendirmek gerekir.
Şeyh Said, Batılılaşmadan huzursuz olan ve buna fiili olarak karşı koymayı seçen bir Müslüman önderdir. Onun kimliği İslam'dır. Bununla birlikte İmam Hasan El Benna ne kadar Arap, Üstad Mevdudi ne kadar Urdî (Pakistanî), Aliya İzzetbegoviç ne kadar Boşnak, Necmettin Erbakan ne kadar Türk ise Şeyh Said o kadar Kürttür.
Bu önderlerin ortak özellikleri tam anlamıyla bir İttihad-ı İslam taraftarı olmaları, kendilerini bir kavim mensubu olmaktan öte bir ümmet mensubu hissetmeleridir. Onlar kendi coğrafyalarına odaklanmışlarsa da bu odaklanmayı her zaman ümmetin aziz bir yurdunu Batı'nın şerrinden koruma çerçevesinde görmüşler, fikir ve fiiliyatları ile bunu hep ispatlamışlardır.
Şeyh Said, hayatının hiçbir döneminde ümmetin yüzünü kızartan bir etkinlik içinde olmadı; o inandığı gibi yaşadı ve ruhunu inandığı gibi teslim etti. Onun iç sapmaya karşı savaş tercihini uygun görmeyen bizzat kendi Halidî çizgisinden önderler vardır ama onu yakından tanıyan hiçbir İslam âlimi niyetini sorgulamamış, samimiyetinden kuşkuya düşmemiştir. Ulusal solcu Türk-Kürt çevrelerin bütün aleyhteki propagandalara rağmen onun Müslümanların hatırasında hâlâ capcanlı olması, onun ümmet vicdanındaki yerinin ve ümmetin onun için mahşerdeki şahitliğinin delilidir. İşte o şahitliklerden biri…
Solhan'dan Molla Aziz Tatlı anlatıyor:
“7–8 yaşlarındaydım. Kıyamın son günleriydi. Şeyh Said, Solhan yakınlarındaki bir tepeye gelmişti. Haberi duyan bütün Solhanlılar onu görmeye gitmişlerdi. Ben de babamla beraber gittim. Şeyh, bize hitap etti ve dedi ki ‘Resulullah'ın malum bir hadisinden öğrendiklerimizle biz, ısırgan krallar döneminden sonra koyu küfür döneminin başlayacağını biliyorduk. Onları yenemeyeceğimizin farkındaydık. Ama bu bilgi, bizi Allah katında mazur göstermezdi. O yüzden kıyam etmek zorundaydık ve kıyam ettik, dedi.”
Allah rahmet eylesin…