nsanımızın yüz yıldır “laik, demokratik, sosyal hukuk devletinde” yaşadığını unutuyoruz çoğu zaman. Yüz yıldır kanun marifetiyle giyim kuşamına kadar halkımıza seküler yaşam tarzı dayatıldığını hesaba katmıyor dindarlar.
Din öğretiminin 1950’lere kadar tamamen yasak olduğunu, 1950’lerden 2010’lara kadar okullarda sadece bir saat ve genellikle isteğe bağlı ve gereksiz bir ders olarak okutulduğunu, darbe anayasalarını ve “laik, sosyal, hukuk devletini” öven bir içeriği olduğunu bilmeli benim memleketimin güzel Müslüman’ı. Halen de “laik, sosyal, hukuk devletine” bağlı bir müfredatı olmak zorunda benim insanıma okutulan din derslerinin müfredatı ve diğer bütün derslerin…
Dolayısıyla yüzyıldır inşa edilen toplum, bazen dipçik bazen de darbeler marifetiyle “laik, sosyal hukuk devletinin” inşa ettiği toplumdur. Yani tarihi ve İslami bilinci tahrip edilen Müslüman halkımızın bir kısmı laik, modern bir yaşam tarzını tercih etmiştir. Ve eğer halen halkımızın ana gövdesi İslami adap ve tavsiyelere göre yaşamaya çalışıyorsa, halen İslam’a gönül bağı ile bağlı ise bu, bu hususta gösterilmiş doğru cehdin semeresidir.
Ancak çoğu kez dindar kesimler bizatihi mağdur edildikleri sistemlerin ve rejimlerin günah keçisi edilirler. Dindarlar toplumsal ifsadı kişisel ve grupsal müdahaleler ve baskılar ile düzeltme çabasına girerek, ya da bu husustaki münferit girişimleri sahiplenerek solcu, laik, liberal, ulusalcı ve Batıcı kesimlere malzeme olurlar. Onlar da sistemin bütün çürümüşlüklerini Müslümanlara yazarlar. Oysa çürümüşlük tamamen onların ve yasalarının eseridir.
Zaman zaman dindarlar iktidar olmuşlarsa da “laik, sosyal, hukuk devletini” sahiplerinden daha iyi işlettikleri hususunda rüştlerini ispatlamışlardır. Sistem ve devlet tehlikeye düştüğünde dindarların bu zaafından çokça yararlanmıştır. Dindarlar savaşlarda, darbelerde, kıtlıklarda, hep en öne sürülmüşler. Mısır, Altı Gün savaşlarında arka odada israil ile kadeh tokuştururken, İhvan en ön saflara koşarak imha olmuştur. Tunus’ta dindarlar diktatörü devirmiş ancak laikler iktidar olmuştur. Bizde “kurtuluşu” veren dindarlar “kuruluşta” darağaçlarına gönderilmiştir. Suriye, bu yaman çelişkinin laboratuarı adeta. Kaddafi’yi Müslüman halk devirdi, uçaklarıyla Kaddafi’yi vuran Batı ve Batıcılar Müslüman halkı Kaddafi’ye rahmet okutan Hafter’e teslim etmek üzereler. 15 Temmuz gecesi bütün dindarlar direnişte iken şimdi hepsi cemaatçi, tarikatçı, şeriatçı, potansiyel darbeci damgası yemiş durumda.
Yani demem o ki sistem ve rejimler “külfet” vakitlerinde Müslüman’ın başını okşayıp, “nimet” vaktinde ise tokat atıyor. Bütün günahlarını da dindarlara yazmayı da beceri hanelerine artı olarak yazmalı.
Dolayısıyla İslam’ın inşa etmediği bu toplumun arızi durumlarıyla, yaşam biçimiyle bireysel ve grupsal bazda uğraşmamalı Müslüman. Bu ancak kaosu besler. İslami bir metot ta değildir. Güzel tavsiye(tebliğ) sınırlarını hiç aşmamalı.
Müslüman’a düşen şey kişilerin giyimine, içkisine müdahale etmek değil her şeye rağmen Müslüman olarak ayakta kalmış halka İslam’ın devrimciliğini anlatmaktır. Zamları, adaletsizlikleri, keyfilikleri, riyakarlıkları haykırmaktır. İslam’ı basit fıkhî zemine çekmeden İslam’ın adalet ve müsamaha silahı ile gönülleri ve iğfal edilmiş zihinleri kazanmaktır.
Başkasının ne giydiği ve ne içtiği asla bizim gündemimiz olmamalı. Hatta şortuna ve kadehine müdahalede bile sığınacakları liman olmalıyız. Henüz kalplerinden ve bilinçlerinden sökülüp atılamamış imanları imanımızın esas ilgi alanı olmalı.