Melih Altınok (Sabah):
“Muhalif medyada estirilen Temel Karamollaoğlu rüzgârına baktıkça aklıma Selahattin Demirtaş geliyor...
7 Haziran 2015 seçimlerine giden süreçte, HDP Genel Başkanı Demirtaş adeta yeniden keşfedilmişti.
O güne dek partisine ve kendisine PKK ile ilişkilerinden ötürü mesafeli duran kesimlerin tavrı değişmişti...
Nişantaşı sokaklarında CHP ve HDP bayrakları yan yana asılırken, kimi CHP'li milletvekilleri bile açıkça HDP'ye oy istiyorlardı.
Tabii Cilalı Demirtaş Dönemi'nde en çok performansı merkez medya göstermişti.
Kimi CNN Türk ekranlarında Demirtaş'ın eline bağlama tutuşuyordu...
Kimi FOX TV ana haber bülteninde "YPG'ye ve hatta PKK'ya teşekkür" ederek başka yerden desteğini sunuyordu. (…)
Bu kez "umudun adı" Demirtaş değil, yılların siyasetçisi 77 yaşındaki Temel Karamollaoğlu. Saadet Partisi Genel Başkanı.
Düne kadar Sivas katliamı ile ilişkilendirip linç ettikleri Temel Bey'in başına "Che beresi" koyanı mı ararsınız... Yoksa Halk TV'de banttan canlı yayınlanan Saadet Partisi "anma" programlarını mı?
Ancak dün "yobaz" dedikleri Temel Bey'i Atatürkçülere, solculara sevdirmeye çalışırken, Milli Görüş tabanının bu işten ne kadar hoşnut olduğunu sanırım hesaba katmıyorlar. (…)
Fakat tüm bunlar bir yana, işin acı yanı, olanın hep CHP seçmenine olması...
Baksanıza umut bağladıkları partilerinin yönetimi her seçim öncesi CHP'yi değil, başka bir siyasi partiyi ve başkanını işaret ediyor kendilerine... Dün Demirtaş, bugün Karamollaoğlu...
Bu CHP'liler ne zaman partisine oy atacak kardeşim!”
Doğrusu iyi bir yerden yakalamış Melik Altınok.
Arşivlere girseniz şimdilerde Temel Bey'e methiyeler dizenlerin daha önceleri “Sivas olayları” üzerinden neler yazdığını/söylediğini görebilir ve şaşırabilirsiniz.
Bir de CHP'nin içler acısı hali var tabii..
T. Karamollaoğlu'nun, A. Gül'ün, A. Şener'in ismi telaffuz ediliyor bu günlerde.
Her ne kadar Özgür Özel “Yeni bir Ekmeleddin vakası yaşanmayacak” dese de pek inandırıcı gelmiyor.
Acaba CHP tabanı bir gün E. Çölaşan, Y. Özdil gibi Atatürkçülerin önemli yerlere aday olduğunu görebilecek mi?
Murat Bardakçı (Habertürk):
“Geçen gün, İstiklâl Marşı'nın değiştirilmesi maksadıyla Bakanlar Kurulu'nun 19 Mayıs 1924'te kabul edilen ve Reisicumhur Mustafa Kemal tarafından da onaylanıp resmiyet kazanan kararnameyi yayınlamıştım. (…)
Bakanlar Kurulu Kararı'nı yorumlayan zamanın Millî Eğitim Bakanlığı, millî marşta yapılması istenen değişikliğin sadece besteyi değil, sözleri de kapsadığına; yani Mehmed Âkif'in manzumesinin de değiştirilmesi gerektiğine karar verdi; bunun için beste yarışmasından önce bir “güfte müsabakası” açtı ve müsabaka ile ilgili ilân, 13 Kasım 1925'te gazetelerde yayınlandı.
İlânda aynen şöyle deniyordu:
“Güftenin vakarlı, ümid saçıcı, ruhu yükseltici olması şarttır. Açık bir Türkçe ile, veciz surette Türklüğün varlığını, büyük mâzisini ve daha büyük istikbalini ifade etmelidir. Güftenin muhtasar (kısa) olması da bir meziyet teşkil eder. Müsabakayı kazanan esere hars masrafından (kültür fonundan) beş yüz lira mükâfat-ı nakdiye ile bir Maarif Madalyası, ikinciye yüz lira mükâfat ile takdirname verilecektir.” (…)
Bu ilân üzerine usta, acemi, meşhur yahut meçhul dünya kadar şairimiz Millî Eğitim Bakanlığı'na apar-topar kaleme aldıkları şiirler gönderdiler. Bütün bu şiirlerin ortak hususiyeti, tamamının birbirinden beter olmaları, Âkif'in o muazzam manzumesinin yanında esâmileri bile okunamayacak seviyede bulunmaları idi...
Devamı uzun hikâyedir, hemen söyleyeyim: Yarışmadan bir netice çıkmadı ve Âkif'in şiirine neyse ki ilişilemedi!”
Merhum Mehmed Akif'i rahmetle anıyoruz. Yazdığı şiirler gerçekten içtenliğini ve kaygılarını yansıtmış, imanın verdiği sebatı ortaya koymuştur.
Ama biz başka bir konuya temas etmek istiyoruz.
Bazılarını ısrarla tüm sorunları İnönü dönemine yığmasının anlamsızlığı Bardakçı'nın bu yazısıyla bir kez daha ortaya çıkmıştır.
Daha 1925'te keskin etnik zihniyeti yansıtan ifadelerin ortaya çıktığını görünce şaşırmadınız mı?
Evet, ilanın orijinali “Harf devriminden” 3 yıl önce olduğu için Osmanlıca'dır.
Hilafetin ilga edilmesinden ve Şer'i mahkemelerin kaldırılmasından 1,5 yıl önce…
Şeyh Said idam edildikten 3,5 ay sonra…
Evet, 1925..
Daha Atatürk'ün ölmesine ve İnönü'nün başa geçmesine 13 yıl var idi…
Özgür Mumcu (Cumhuriyet):
“Anayasadan laiklik ilkesinin çıkarılmasını neden istediği de ortada değil mi? Şimdilik ancak şahsi otoritesiyle kadın oyunculara sahne yasağı getirebiliyor. Laiklik anayasadan çıkarılınca Kahraman'ın zihniyeti kadınları sosyal hayattan uzaklaştıracak düzenlemeleri hayata geçirmek istemeyecek mi?
Laiklik, aynı zamanda bir insan hakları meselesi. Kahraman gibilerinin kadına karşı ayrımcılığı hukuk düzeninin bir parçası haline getirmesinin önündeki anayasal bir engel.
Hele şu cumhurbaşkanlığı seçimi de bir gerçekleşsin. Sayın Erdoğan'ın şimdilik desteğine muhtaç olduğu kesimlere ihtiyacı kalmasın. O vakit İsmail Kahraman'ın gençliğinden beri kurduğu hayale kavuşması işten değil.
1986 senesinde çocuk yaşta Çanakkale'de, sonrasında Kurtuluş Savaşı'nda yer alan Nezahat Onbaşı'ya Meclis başkanı şükran belgesi sunmuştu. Bugün birisi kendisini oynamak istese bugünkü Meclis başkanını aşıp sahneye çıkamayacak.
Eh, rejim değişiyor. O kadar olacak.”
Bu nasıl Atatürk gençliği anlamak zor!
Rejim değişiyorsa sen ne yapıyorsun?
“Memleketin dahilinde iktidara sahip olanlar gaflet, dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunduklarında” damarlarındaki asil kanın etkisiyle bir şeyler yapman gerekirdi; ama nerede?...
Vahdettin'e “hain” der kaçtığına vurgu yaparsınız; ama gazetenizin yöneticisi “vatana ihanetten yargılanır ve kaçar da buna yönelik bir şey söylemezsiniz.
Sizi anlamak zor…
Fatih Altaylı (Habertürk):
“Ahmet Hakan benden önce davrandı.
Ben de aynı meseleyi ele almak isterim.
Televizyonlara çıkıp Türkiye'nin kimi dini, kimi folklorik birtakım geleneklerine karşı çıkmayı, modernlik, laiklik, ilericilik zannedip bunları eleştirmek, hatta aşağılamak kadar Türkiye'deki muhafazakâr iktidarların ekmeğine yağ süren başka bir şey yok.
Birileri çıkıyor ve “Cumaya illet oluyorum” olarak algılanabilecek bir cümleyi televizyonda sarf ediyor.
Bunun muhafazakâr kesim üzerindeki tek etkisi “konsolidasyon” oluyor, bunu bilmeyecek kadar aciz, cahil ve zekâ yoksunu olmak için özel eğitim almak lazım.
Pek çok şey gibi cuma, bu ülkenin önemli bir bölümünün geleneğidir.
Ramazanda oruç tutmak gibi.
Adam bir yıl boyunca içer ama ramazanda içkiye ara verir ve orucunu tutar.
Namaz kılma alışkanlığı yoktur ama senede 52 kez camiye gidip namaz kılar. Bilmiyorsa da kılıyormuş gibi yapar.
Bunlar inançtır, gelenektir.
Buna kızılmaz da sövülmez de.”
Fatih Altaylı, “Hayırlı cumalar”, “Allah'a emanet ol” türünden mesajlardan rahatsızlık duyan Ayşenur Arslan'a kızıyor.
Şaşırtıcı ve ibret verici…
Altaylı'nın inanç ve geleneğe “kızılmaz ve sövülmez” şeklindeki sözlerini görünce örtü yasağı zulmünü protesto eden Müslüman bayanlar için kullandığı ağır hakaretler içeren cümlelerini ve Merhum Hasan Karakaya'nın verdiği cevabı hatırladım.
Nereden nereye?
Mehmet Yavuz (Doğruhaber):
“Hüseyin Gökgöz...
6-8 Ekim olaylarında Yasin Börü ile beraber vahşice katledilen gençlerden Hasan Gökgöz'ün ağabeyi.
6-8 Ekim'de katledilenler uzun uğraşlar sonucu ‘sivil şehit' statüsüne alınmışlar ve ailelerinden birine işe yerleştirilme hakkı verilmişti.
Hüseyin Gökgöz de bu kapsamda İzmir'de bir kamu kuruluşunda ‘taşeron işçisi' statüsünde üstelik Başbakan Sn. Binali Yıldırım'ın talimatı ile işe yerleştirilmişti.
Yaklaşık iki yıldır görevine de devam ediyordu.
Ne zamanki hükümet, taşeron işçilerini sürekli kadroya geçireceğini söyledi, Hüseyin de müracaat etti.
Etti ama etmez olsa idi.
Başına gelmeyen kalmadı.
Artık bir zulüm furyasına dönüşmüş şu meşhur ‘Güvenlik Soruşturması'na takıldı.
Kendisine isnat edilen suç ise 2015-2017 yılları arasında Hizbullah Örgütü kapsamında süreklilik arz eden tehlikeli(!) faaliyetleri…
Neymiş acaba bu tehlikeli faaliyetler diye kısa bir araştırma yapınca gerçek ortaya çıkıyor:
Bahse konu tarihler, 6-8 Ekim şehitlerinin davasının görüldüğü ve kamuoyunda “Yasin Börü Davası” olarak bilinen mahkeme süreci.
Yani Hüseyin Gökgöz, kardeşi Şehit Hasan Gökgöz'ün mahkemesine katılmakla terör suçu işlemiş ve bu gerekçe ile sürekli kadroya alınmadığı geçtiğimiz Cuma günü kendisine tebliğ edilmiş.
Bununla da kalınmayarak iş akdine de son verilerek işten atılmış.
Buyurun buradan yakın!
Güler misin, ağlar mısın?
Cumhurbaşkanı başta olmak üzere Başbakan, bakanlar, milletvekilleri ve kamuoyunda insani-vicdani hassasiyet taşıyan herkes ve her kesimin sahip çıktığı, her mahkemesine Anadolu'nun çok farklı yerlerinden yüzlerce insanın katıldığı, ortalama her Anadolu insanının vicdanı haline gelen Yasin Börü ve arkadaşlarının davasına katılmak terör suçu oluşturuyormuş meğer.
Kimse kusura bakmasın arkadaş, mızrak çuvala sığmıyor artık!”
Güvenlik soruşturmalarının aldığı hal bir skandaldan facia boyutuna varmak üzeredir.
Ama bu arada “Yeni Türkiye'de” çok şey değişmiş, onu da ıskalamamak lazım, öyle değil mi?
Olaya bir de şuradan bakın Mehmet Bey!
Sanırım kimsenin “mızrağı çuvala sığdırmak” gibi bir sorunu kalmamış.
Meselenin izahatını aslında bir süre önce Cumhurbaşkanı Erdoğan yaptı.
Giresun'da ayet okuyan gençleri uyardı Cumhurbaşkanı ve şöyle dedi:
“Onları siz bana bırakın. Bunları inşallah kabristanlarda okuyun. Ama siyasi bir toplantıda bunları bize bırakın. Nerde neyi okuyacağımızı iyi bilelim. Bize eyvallah. Siz onları bize bırakacaksınız. Tamam mı?”
Demek ki, bazı meselelerde sadece cumhurbaşkanı “yeri ve zamanı” geldiğinde konuşabilir. Herkes ona göre tavır almak durumundadır.
O Mavi Marmara'dan övgü ile söz ettiğinde herkes övecek, eleştirdiğinde herkes eleştirecektir. O, Yasin ve arkadaşlarına karşı işlenen vahşetten defalarca söz edebilir; ama o söz etmediği zamanlarda birileri bunu yaptığında işin rengi değişir.
Bir de aklıma şu takılmıştı:
“İnmemiştir hele Kur'an şunu hakkıyla bilin
Ne Mezarlıkta okunmak ne de fal bakmak için”
Sanırım mısralar Mehmet Akif'e aitti.
Tabii bu mısraların Giresunlu gençler ve onlara ayetleri “kabristanda okuyun” diyen Cumhurbaşkanı ile bir alakası yok!