Siyasetin teferrüât meseleleri çoğu zaman aslî sorunlarının gözden kaçırılmasına yol açar. Yalan ve kibir, bu gözden kaçırılan aslî sorunlar arasındadır. Ta ki her iki sorun da üst ve alt seçmenlerin dikkatini çekinceye kadar…
“Üst” ve “alt” seçmen” ibarelerini bilinçli kullandım. Zira seçim deyince akla sandık başına giden halk gelir; seçim, halkın tutumuyla ilişkilendirilir, seçilenler, “halkın seçtikleri” olarak bilinir. Oysa siyasî gerçeklik, bu algıya göre işlememektedir.
Seçileceklerin ilk seçmenleri mevcut siyasî gerçeklik içinde partilerin genel başkanları ve onların yardımcıları ile danışmanlarından oluşan divanlarıdır. İlk seçim daima bu “üst” seçiciler tarafından yapılır. Halk, ancak “birinci kademe” seçmen konumundaki söz konusu “seçkin”lerin seçiminden geçmeyi başaranları seçme hakkına sahiptir. Ki tabii olarak halk, bu durumda “alt” veya daha literatürden bir tabirle “ikinci kademe” seçmeni oluşturuyor.
Üst seçicilerle uyumlu çalıştıkça seçilenlerin hataları, aynı zamanda müfettişleri konumunda olan üst seçiciler tarafından fark edilmez ya da sorun olarak görülüp uğraşılmaz. Bunun için halk, alt seçmen konumunda olsa da hataları fark etme konusunda daha iyi bir nakip, daha iyi bir müfettiştir. Kazananların hataları, halk tarafından tahammül edilemez sınırlara gelince üst seçiciler, harekete geçer ve sonraki seçim için tercihlerini gözden geçirirler.
Bu genel durum doğrultusunda yaşananlara bakıldığında halkın siyasette yalan ve kibri iki büyük sorun olarak hissettiği ancak bunlardan sadece birini üst seçicilere hissettirebildiği görülüyor.
Doğrunun aksine söyleme ya da doğruyu çarpıtma anlamında yalan, toplumların geri kalmasının en büyük sebeplerindendir, yalana dayanan bir toplumun kalkınma imkânı da yoktur. Yalanın yaygın olduğu bir toplumun zenginleşse bile mutlu olma imkânı yoktur.
Ne yazık ki İslam âleminde Müslümanların sorunları, engelleri son iki yüzyılda eksikleri gibi algılanmıştır, algılatılmıştır. Bunun için koca koca adamlar tarafından Müslümanların dünya siyasetinde yenilmelerinin, özellikle masa başında kaybetmelerinin nedeni olarak yalan söyleyememeleri olarak bellenmiş. “Yalan söylemek” ile “siyaset yapmak” eş anlamlı alınmış; “yalan söyleyememek”, “siyaset yapamamak” olarak görülmüştür. Dolayısıyla siyasette yalan, Kur'an ve Sünnet'e tamamen muhalif olarak resmen yüceltilmiştir. İslam'ın ancak büyük zaruretler karşısında başvurma ruhsatı verdiği yalan, günlük siyasetin bir vazgeçilmezi hâline gelmiştir. Ne yazık ki halk da yalanı siyasetin tabiatına ait gördüğünden yalanı hissetse de siyasetçilere hissettirmekte gayretli değildir. Yalanla mücadelenin sonuç getireceğine inanmaz, yalanla uğraşmaz.
Halbuki,
1. Siyasette yol alan Batı, “düşman” olarak belirlediği kesimlere, başta Müslümanlar olmak üzere yalan söylemeyi alışkanlık edindiyse de kendi içinde doğruyu doruğa çıkarmıştır. Batı siyasetindeki bütün aşınmalara rağmen açıkça yalan söylediği belirlenen birinin bugün Batı ülkelerinde siyaseti sürdürme şansı kalmamaktadır. Halkına karşı bilerek yalan söylediği ispatlananlar, yaptığının cezası olarak siyaseti terk etmektedir. Zira İslam'da da böyle olduğu üzere söz konusu şahıs yalan söylemekle güvenilirliğini kaybetmiştir, dolayısıyla idareci olması için gerekli vasıflardan soyutlanmıştır.
2. İslam dünyasında “geri kalma” ile “yalan söylemek” arasındaki orantı araştırılmaya değerdir. Yalan söyleyen hiçbir toplumun kalkınma şansı yoktur. Zira kalkınmak için en önemli gereklilik, güvendir, yalan söylemenin yaygınlaştığı bir ortamda ise güven yoktur. Güvenin olmadığı toplumların birliği bozulur, ticareti geriler ve o toplumlar nihayetine anarşizm içinde kalır. Yalan söyleme alışkanlığını ilk kez Afganistan ve Pakistan/Hint kökenli Müslüman esnaf arasında tiksindirici boyutta hissetmiştim. Pakistan'a giden bir dostuma bunu sorduğumda yalanın onlar için tabiileştiğini, aldatmayı ticari bir zeka olarak gördüklerini söylemişti. Afrika'ya gidenler de Müslümanlar arasında yalan söylemenin tabiileşmesinden şikayetçidirler. Mısırlıların büyük bir kısmının görüşme için verdikleri gün ve saati adeta yok saydıkları ise Mısırlı ile ilgili mühim gözlemlerdendir. Yalan, bu toplumların içinde bulundukları hâlin bir sonucu olarak değil, onların içinde bulundukları sorunların bizzat sebebi olarak görülmelidir.
Dünden bugüne yaşadıklarımız, akl-ı selim ile incelense şu görülecek ki Müslümanların dünya siyasetinde geri kalmalarının sebebi, yalan söyleyememeleri değil, aksine yalan söylemeleridir. Ne yazık ki baskı ortamı içinde, İslam dünyasında ihya hareketleri dahi yalan söylemeyi engelleyememiş hatta ihya hareketleri zamanla yalanın yaygınlaşmasında katkı dahi yapmışlardır. Son yüzyılda ihya hareketlerinin istenen başarıyı gösterememelerinin en büyük nedenlerinden biri, bu hareketlerin yalan söyleme konusunda duyarsız olmalarıdır. Başlangıçta halka dürüstlüğü öğreten bu hareketler zamanla, yalan söylemeyi siyasî bir sanat olarak görmeye başlamışlar, bunun için güven verici olmaktan çıkmışlardır.
Kibre gelince ne yazık ki Müslümanlar, kibir ve vakarı karıştırdılar. Kibir, büyüklenmektir. Vakar ise onurunu korumak ve bunu gerekli ortamlarda tutumlarıyla gösterip duyurmaktır. Resulullah Salallahü aleyhi ve sellem ve Ashabı Allah tamamından razı olsun, Mekke'de müşrikler karşısında vakara önem vermişlerdir. Sonraki dönemlerde de İslam elçileri gittikleri ülkeler için özellikle vakar tavsiyesi almışlardır. Müslüman idarecinin Müslüman halk karşısında vakar sorunu yoktur, ondan beklenen vakarıyla uğraşması değil, tevazu ehli olmasıdır.
Tevazünün zıddı ise bilindiği üzere kibirdir. Kibir, büyüklenmektir, özünü unutup kendini yüceltmektir.
Ki Allah'ın kelamı Kur'an-ı Kerim, henüz ilk ayetlerinde kibre dikkat çekmiştir. “Oku! Yaradan Rabbinin adıyla (oku)! O ki insanı bir kan pıhtısından (alak'tan) yarattı. Oku, Rabbin sonsuz kerem sahibidir. Kalemle yazmayı öğreten O'dur. (Rabbin) İnsana bilmediğini öğretendir. Kellâ (Hayır), insan kendini yeterli gördüğü için mutlaka azgınlık eder (kendini müstağni bulduğundan taği olur).” (A'lak, 1-7)
Kur'an-ı Kerim'in iniş sırasına göre ilk beş ayetinin ardına yerleştirilen son iki ayet-i kerime ilk ayet-i kerimelerle birlikte dehşet verici bir çarpıcılığa sahiptir:
Siyasette kibrin pek çok nedeni vardır. Hep kazanmak, hep başarmak, sürekli alkışlanmak, sürekli övgüler almak siyasetteki kibrin bazı sebepleridir. Ama asıl sebep, ayet-i kerimede ifade edildiği üzere bir insan olarak siyasetçinin özünü unutması, ne olduğunu göz ardı etmesi, kendisini “müstağni” görmesi, yani kendisinin kimseye ihtiyacı kalmadığını düşünmesi, kendisinin o konumda bulunmasına katkıda bulunanların katkısını yok saymasıdır. Onların yardımından istiğna etmesi ve nihayetinde onları yok sayarak harekete etmeye başlamasıdır.
Siyasette, engel olma konumuna düşenlerin yok sayılması siyasetin gerekliliklerindendir. Ama olur olmaz yok saymalar, “güçleri ne ki” deyip küçümsemeler, siyasette tükenişin en büyük ama en büyük sebepleri arasındadır.
Halkın bugün siyasetle ilgili en büyük şikâyetlerinden biri yalan ilişkili olan dürüst olmama hâlinden sonra bu kibir hâlidir. Dün seçmenin önünden kalkıp onu ayakta karşılayanlar, bugün seçmenin yanlarına yaklaşmasına izin vermiyorlar. Siyasetçilerin bu tavrı, özellikle “sonradan görme” sorunu bulunan belediye memurlarına da yansıyor. Varsıllar önünde eğilip bükülen memurlar, halkın karşısında Firavun ve Nemrutlara özgü bir büyüklenme içine giriyorlar.
Siyasette kibri yalandan daha çok hisseden halk, ikinci derecedeki seçmen konumuna düşmüşse bile nihayetinde sonuçları belirliyor. Üst seçiciler, halkın artık her noktada gördüğü bu hususu görmezler de kibre kapılır, sadece kendi görüşlerine bağlı kalırlarsa ya da seçmenin bir kısmını dahi olsun küçümserlerse bunun sonuçları seçimlere yansır.
Sözü Hz. Mevlânâ ile tamamlayalım:
“Kibrin ve kinin başlangıcı, her türlü nefsânî arzulardan, bilhassa Kārun gibi bir zenginliğe ve dünyevî isteklere karşı duyulan aşırı sevgidendir. Bu aşırı arzuların gönle yerleşip kalması, kök salması da nefsin zaafındandır.”