Büyük güçler, asıl hedeflerine varmak için çoğu zaman karakol devletler, devlet dışı unsurları, terör örgütlerini kullanırlar. Bu, kadim bir tarz ve taktiktir.
Bu devletlerin başında İsrail ve Yunanistan gelmektedir. Hicaz Beylikleri ve Ermenistan da bunlarla yarışmaktadır.
Karakol devlet, önce bir efsaneye inandırılır. Bu efsane; milli ve ulaşılması pek kolay olan karlı, kadim dava gibi Piyon devletin etkili ve yetkili çevrelerine, statükolarına, çantada keklik gibi sunulur.
Yunan’ın İzmir’e, Saddam’ın Kuveyt’e, Suud’un Yemen’e girmesi gibi..
Şan, şöhret ve atalar dininin gafilleri olan azgın azınlık iktidarları, bu yeme çabucak inanırlar; esasen bu maceraya dünden razıdırlar. Bu azgın kesim; beynini devre dışı bırakmış, gözleriyle düşünen hayvan-insan arası çılgın ucubeler olduklarından tarihten ders almazlar; bu yüzden de zilleti tekerrüren yaşarlar.
Kendi halklarının ne kazanacağını, işin sonucunun nereye varacağını düşünemezler. Çünkü kendilerini kullanan küresel gücün zaten kendilerini her halükarda savunacaklarına ve zaten zaferi kazanacaklarına inanırlar. Kişilik/davranış bozukluğu olan muzır çocuklar gibi sürekli sorun çıkarır, sorunlar yaşarlar. Bu özelliklerinden dolayıdır da her defasında çok amaçlı kullanılmıştır.
Yunanistan’ın kullanılması: Sevr Anlaşmasının şartlarını Paris’te reddeden Ahmet Tevfik Paşa görüşmelerden çekilince; itilaf devletleri, Yunanistan’ı İzmir’e, oradan da Anadolu içlerine yürümeye ikna eder. Malum, Yunanlılar Orta Anadolu’ya kadar ilerlerler. Bunun üzerine, ikinci heyetle giden Damat Ferit Paşa zilleti imzalar. Kurtuluş Savaşı(!) yıllarında Yunanistan’ı sonuna kadar kullanan İngiliz ve Fransızlar; işgal ettikleri İstanbul’dan, Lozan Görüşmelerine kadar çıkmazlar.
Lozan anlaşmasından (24 Temmuz 1923) sonra da İstanbul’dan çıkmazlar. Neden mi? Çünkü Ankara Hükümeti imzalamasına rağmen, Lordlar Kamarası, anlaşmayı henüz oylamamıştır.
Ankara hükümetinin tepesinde, Demoklesin Kılıcı gibi sallanmaları gerekmektedir. İslam Âleminin halifesi olan Osmanlının en küçük kalıntılarının da ortadan kalkmasını beklemektedirler. Kıblenin tam ve eksiksiz değiştiğinden emin olmak istemektedirler. Ankara’nın, Osmanlı ve tüm mirasından, Misak-ı Millisine kadar vazgeçtiğine dair; “dil ile ikrar, kalb ile tasdik ve bil-fiil isbat-ı vücut etmesini“ beklemektedir.
Bu arada Yunan kozu ve “gerekirse kendim bizzat işgal ederim” tezini her defasında hatırlatmaktadırlar. İşte böyle bir zeminde, Ankara Hükümeti’nin; Yunan’ı kovmakla yetindiğinden, Anadolu toprağının -bir mermi atımlığı kadar- yakınında olan öz adaların (12 Adalar) sözünü dahi edemeyeceklerinden; Kerkük ve Musul’u konuşmayacağından; mazinin manevi mirasının silineceğinden, kalanının ise “Vallahi… Billahi.. Tövbe-i Nasuhlarla…” silineceğinden emin oldular ve nihayet böylece Lozan şartlarına –lûtfedip “e-vet” dediler! Hemi de Lordlar Kamarasında(!)!
Yani kendileri alana inmeden, bir kurşun sıkmadan; aşiretlerimizin veya Çerkez Ethem’in yenebileceği Yunan Çeteleri’ni kullanarak hem kazandılar hem de Viyana Kapılarından dönen Şanlı Akıncıların Varislerine “böyüg kahramanlar ve zaferler ve daha neler neler..(!?)” kazandırdılar!!
Yani bu karakol devletler, bizlere çok ama çok maliyetli olmuş, olmaktadır.
Tabi ki Yunan PROJESİNDEN çok daha derin ve maliyetli olan Siyonist Terör Devleti var ki Ümmetin anasını ağlatmış, ağlatıyor...
Nedense “kışlık odun için gittiği ormanda dövülen dayımın her defasında buna karşılık gelip komşusunu beter dövmesini hatırladım. “Beş kilometre ötede dövülüyorsun; komşunu dövmenin manası ne” diyenlere; “ormanda yediğim dayaklar, masum postuna girip, pişkin tavsiyelerde bulunan şu komşumdan dolayıdır…” der. Hakikaten de dövenler, üçüncü günde gelip dost olmuşlar..!
Ümmetin Yahudi’den, Yunanistan ve Ermenistan gibi piyon-karakol devletlerden çektiği; BAE, Suud ve Mısır gibi beyliklerinin; Haçlı kafir ve zalimlerin safında her yed ve zamanda kardeşlerinin yoluna çıkmalarının sebebi de budur işte.
Bunları kullananlar; Amerika, Rusya, AB’nin Beyaz ülkeleri ve sırasını bekleyen sair ülkelerdir.
Bir Müslüman ülkenin “bir hesabı tutmasın, işi yolunda gitmesin, kan ve gözyaşına boğulan ümmetin bir umudu yeşermeye görsün…” Yukarıda saydığımız taşeron-karakol devletler, işin tam da ortasında beliriyor. Güçleri yok, imkân ve kabiliyeti yok, cesareti ve basireti, kişilik ve kimliği, onur ve gururu yok ama büyük bir cüretle istikrar adına ne varsa saldırıyorlar.
Saldırıyorlar çünkü hamileri onu emrediyor. Çünkü halklarına değil, Haçlıya dayanarak halkların başına bela, bölgeye fitne oluyorlar.
Türkiye; -red ve inkârcı Kemalizm’e rağmen- mazideki kimlik ve kişiliğinin sorumluluğunun çeyreğini yapmaya çalışıyor. Libya’ya bakın; Rusya, terör yapısı Vagner’iyle orda; BAE, Suud Ailesi, Mısır’daki Haramiler; haçlıya iş bırakmadan; “bize sahip çıkın, emredin..” diyorlar.
Tarih bilinçleri sıfır; ayet ve hadisten bi-nasipler! İslam’ın izzeti, İmanın lezzetinden habersizler! Zilletlerine, suç ve günahlarına kelime bulmek imkânsız! Esfelessafilin..!
Ermenistan, Şark Cephesinde mesaj verirken; Hicaz Beylikleri ve Mısır, Libya’da ve Vahyin topraklarında sinek leşi gibi çaya çorbaya karışıyorlar…
Düşünüyorum da bu gördüklerim için Bedü’üzzaman’ın “Ağrı Dağı’nın parçalanıp dünyaya dağıldığını gördüğü RÜYASI” beni umutlandırıyor ve
Şerrin içindeki hayırdır bu! Zulmün içindeki zaferlerdir bu! Tefrikanın içindeki tevhidi; zaruret içindeki ganimeti; kan ve gözyaşının ardındaki sevinci; çaresizlik içindeki çareleri görüyorum!
Ateşteki İbrahim gibi; yaralı Eyyub gibi; Mekke’den mahrum edilen Muhammed gibi… amma önce Hüseyn gibi Kerbela’ya yürümemizi gerektiren bir dünya görüyorum!
Ey yer ve gökteki orduların sahibi! Ya Ezizuntikâm! Ya Seri’ulhisab! Ya Şedidu’l İkab! Hak, hakikat ve medeniyet ehli çaresiz! Sen gücünü “çokmuş gibi gözüken azgın azınlığa göster! Onları azabınla yakala, bize rağmen! Wesselam!