Son patlama, Suriye'ye karadan müdahale isteyen şahin kanadın elini güçlendirdi ki, zaten hükümeti bir anlamda yıllardır bu savaşın aktif bir unsuru yapmak isteyen güçlerin de şu anda tam istediği bu. Ancak mesele bunun çok ötesinde.
Çünkü Türkiye'nin Suriye'ye karadan girmesi demek otomatik olarak bir dünya savaşının da fitilinin ateşlenmesi anlamına geliyor ki, bununla ilgili yazılan senaryoların komplo teorisi olmaktan çıkıp sahne alması için bu adım yeterli olacak.
Öte yandan, şu anda top atışına tutup çok ciddi tehdit ettiği unsurlara, devletin, Kobani bahaneli süreçte nasıl tedavi desteği sağladığı belli iken, yine o zaman Salih Müslim'in Ankara'da nasıl ağırlandığı malum iken, hem o sıralar ABD'nin onlara yardımı hiç problem edilmezken, şimdi bir anda tam zıddına bir tutum, çok ciddi bir dış siyaset ve güvenlik zafiyetini ele veriyor.
Dolayısıyla gelecek vizyonu çok düşük ve günü birlik politikaların ortaya çıkardığı zayıf devlet algısı, sadece iç kamuoyunda değil, dışarda da ciddi bir güç açığı olarak okunuyor. Buna, siz Anayasasını bile değiştiremeyen devlet, kendi başlattığı çözüm sürecinde örgütün tuzağına düştüğünü itiraf eden devlet gibi bir dizi zayıflatıcıyı da ekleyebilirsiniz.
Türkiye'nin Suriye politikasının dünü ve bugününe geçmeden önce, bildiğiniz şu kısa hikâyeyi hatırlayalım. Bir zamanlar Reza diye( şimdiki değil) bir açgözlü varmış. İhtiyacı yok ama hani kleptomani denilen şu çalma hastalığı var ya herhalde ona yakalanmış.
Bir gün komşusunun tarlasındaki soğana göz dikmiş. Ve bu soğanları çalıp satmanın hesabını yapmış. Tam işe koyulmuşken yakayı ele vermiş ve çaldığı yüzlerce torbalık soğanlarla yakalanmış.
Kadı, mahkemede ona üç cezadan birini seçmesini söylemiş. “Ya en irilerinden pişmemiş yüz kelle soğan yiyeceksin, ya yüz kırbaç vurulacaksın, ya da yüz altın vereceksin.” Reza tabi ki, yüz kuru soğanı yemeyi kabul etmiş. Beş on derken, daha yirmi soğana varmadan midesi allak bullak olmuş ve yiyememiş. Bakmış ki olmayacak, bu sefer yüz kırbaç cezasını kabul etmiş. Bir iki derken, onuncu kırbaçta artık dayanamamış ve tabiri caizse nakavt olmuş. En sonunda yüz altın ödemeyi kabul etmiş. Eh yediği soğanlarla kırbaçlar da cabası.
Herhangi bir olaya baktığında daha sürecin başlangıcında olayın nasıl bir sonla neticeleneceğini görüp sezebilme yeteneğine feraset deniliyor. Feraset noksanlığı fertten topluluğa, topluluktan devlete doğru nitelikli artmadığı takdirde, ortada ne devlet kalır ne de fert.
Şimdi düşünün, tüm dünya, olayların başından beri bir takım tepkiler gösterse bile, yaptıklarını kınasa bile Suriye'deki malum yönetimi hâlâ meşru görüyor. BM, AB ve Arap Birliği, gibi yakın uzak hiçbir organizasyon, Suriye rejiminin fiilen gayrimeşru olduğunu söylemiyor veya artık böyle bir idareyi tanımadıklarını da söylemiyor. Şu anda nerdeyse tüm uluslararası zeminlerde Suriye rejimi bir şekilde temsil ediliyor.
Suriye'de bulunan komşu, yabancı ne kadar devlet varsa hepsi de rejime karşı değil, güya orada herkesin reddettiği Daeş'e karşı bulunduklarını ilan ediyorlar. Türkiye ise, olayların başında biraz farklı baktı. Sebebi Osmanlıcılık fantezisi midir, uzun sınır komşuluğu ile alakalı bölgesel güç hayali midir, ABD gibi dostların(!) bir takım vaadleri midir, yoksa denildiği gibi rejimin demokrasi ve hukuk dışı tavırları mıdır bilinmez ama gelinen noktada artık bunların pek de bir önemi yok.
Rejim muhaliflerini açıktan destekleme planı, yine rejimin muhalifi olan Daeş'i de destekliyorsunuz suçlamasını getirdi. Her ne kadar durum böyle olmasa da, sürekli bu ithamlara karşı çaba harcamak da işin cabası.
Ve şu an orada o kadar ülke açıktan bulunduğu halde sorun olmazken, sınırın bu tarafından karşıya atılan birkaç top atışı, Suriye'nin içişlerine müdahale olarak konuşuldu. Ve şimdi Halep'i kendi şehri, oradaki muhalifleri de kendi gücü gibi gören ve uluslararası güçlere karşı şartları zorlayan bir siyasi tavırla yol almaya çalışan hükümetin işi gayet zor gözüküyor.
Bakalım yüz altın ödeyene kadar daha nelere şahid olacağız.