Eğer İslam şehirlerinin o mükemmel yapısı, o yüce insanîliği, sosyal yardımlaşma için kurumlaşmayı gerektirdiyse bugünkü şehirlerin gayrî insanî ve gayrî İslamî yapısı, kurumlaşmayı bir kat daha zorunlu kılıyor.
Bencillik, İslam`a uzaktır. İslam`ın en ferdi (bireysel) ibadetinde bile sosyal (îctîmaî) bir yanı vardır. Fert, sadece kendini düşünemez; hayatı kendisinde başlayıp kendisinde bitiyor tasavvur edemez.
Elmalılı Hamdi Yazır, Fatiha`nın tefsirinde, buradaki mühim bir husus, kişinin namazını tek başına eda ettiğinde de “Ben, yalnız Sana ibadet ederim ve ben, yalnız Senden yardım dilerim diyememesidir” der. Çünkü Allah (cc), namazını tek başına kılan bir Müslümana da diğer Müslümanlar adına bir sorumluluk yükler. Müslüman o sorumluluktan kaçamaz. Tek başına namaz kıldığında bile Allah (cc), ona bütün Müslümanlar adına yardım dilemeyi farz kılmıştır. Müslüman kendisi için dilediği doğru yolu kardeşi için dilemekten geri duramaz. Bu yüce Allah`ın Müslümana yüklediği bir sosyal vazifedir, ibadetlerdeki toplumsal yöndür ve bu toplumsallık İslam`ın aslî bir özelliğidir.
İslam, batıl ideolojjilere benzemez. Batıl ideolojiler ya kapitalist bencillik içindedir ya da sosyalizmin ferdi öldüren sapmışlığındadır.
İslam, topluma karşı sorumluluk üstlenmeyi emrederken hayatın ferdî yanını ortadan kaldırmaz; ferdi imha etmez, ferdi (bireyi) ihmal etmez; ferdi bir toplum birimi olarak tanır. Ancak onun toplum binası dışında müstakil (bağımsız) bir dünya kurma girişimine izin vermez.
Bu, bir orta yoldur, bin inceliktir. Gaflette olanlar, bu inceliği kavramaz. Orta yola benzer bir uçta yer almayı orta yolun kendisinde yer almak sanır ve ondan İslam`ın bereketini bekler. O bereketi göremeyince de uçta bulunmayı sorgulayacağına İslam`ın kendisini sorgulamaya kalkışır.
Değerli olanın benzeri, onun yakını değil, sahtesidir. Nitelikli üretim yapanların “Benzerlerimizden / taklitlerimizden sakınınız” diye uyarmaları boşuna değildir.
İslam`ın emrettiği, İslam`a benzer şeyler değildir; İslam`ın bizzat kendisidir. Birey ve toplumlar, İslam`a benzer uygulamalarla değil, ancak İslam`ın kendisiyle saadeti bulur.
RAMAZAN BİR BAYRAKTIR
Oruç, “niyetteki ihlas ve “karşılığını verme” açısından kul ile Allah arasındadır. Bu yönüyle ferdî bir etkinliktir. Ancak bu ferdî etkinlik, bir ideolojinin veya başka bir dinin değil, İslam`ın ferdî bir ameli olunca kendiliğinden toplumsallık çatısı altına giriyor; İslam`a ait olmakla sosyal bir çerçeveye oturması kaçınılmaz oluyor. Bu, hem aslî görüntüde hem de çevresindeki ibadetler açısından böyledir.
Oruç ne kadar ferdî bir amel olursa olsun bütün İslam toplumu ona katılığından Ramazan`da toplumsal (ictimai) bir kimilğe bürünüyor, İslam toplumunun bir görüntüsü (manzarası) oluyor, İslam toplumunun bir alamet-i farikası oluyor, dolayısıyla bir şiara dönüşüyor ve manevi bir bayrak hâlini alıyor.
Belki Müslümanlar içeriden baktıklarından, Ramazan`ın İslam toplumu için bayrak gibi bir örtüye bürünüşünü sezemiyor. Ama dışarıdan bakan ve hayata düşkünlükleriyle “tehdit” algıları olabildiğine güçlü olan İslam düşmanları, İslam toplumunu kaplayan Ramazan örtüsünü, Ramazan bayrağını görüyor. Kendileri de İslam toplumu içinde yaşıyorsa o örtünün kendi üzerlerine de örtülmesinden, o bayrağın kendilerini temsil ediyor görünmesinden rahatsız oluyor ve Ramazanla uyuşmayan tutumlar sergileyerek o örtüyü yırtmaya, o bayrağın kutsallığına, onun “ortak değer” oluşuna halel getirmeye çalışıyorlar.
Bunun için, İslam dünyasındaki tağuti sistemler Ramazanda öğle ziyafetleri verirler; sol gruplar kahvaltılı basın açıklamaları yaparlar, “İslamsız Alevilik” iddiasında bulunan kimileri sigara içmeseler bile Ramazan sabahlarında ağızlarında sigara ile dışarı çıkarlar. Kendilerince manzarayı bozarlar, Ramazan bayrağına kurşun sıkar, o hâlleriyle o bayrağın kendilerini temsil etmediğini ilan ederler.
RAMAZAN YARDAMLAŞMA AYIDIR
Ramazanda teravih, bedensel; infak ise malî sosyalleşme sağlar. Böylece fertte başlayan bir amel, bedensel bir araya gelişle birbirinin derdini paylaşma ve infakla malî imkânlarını paylaşmaya dönüşür.
Hz. Ömer (ra) zamanından beri cemaatle kılınan teravih sayesinde Müslümanlar her Ramazan akşamında toplanma, birbirinin Ramazan hâlini görme, ictimaî (toplumsal) bir sorgulama yapma ve ona uygun tedbirler geliştirme imkânı buluyor.
Ramazanı sosyal bir etkinlik alanına dönüştüren diğer amel ise Müslümanların infakı (sosyal yardımlaşmayı) en görünür şekilde Ramazana taşımasıdır.
Bu zamanlama, ya fıtır sadakasında olduğu gibi İslam`ın doğrudan bir emridir; bu amel bu ayda yapılmak durumundadır. Ya iftar yemeği vermek gibi özü itibariyle bu ayda gerçekleşen bir ameldir. Ya da zekâtın genellikle bu ayda verilmesi gibi örfi bir uygulamadır.
Bu, zamana bağlı farziyet (fıtır), işin özünden gelen bu iyilik (iftar yemeği) ve bu örfi uygulama (zekâtın genellikle Ramazanda verilmesi) Ramazan ayını baştan başa bir infak ayı, bir sosyal yardımlaşma ayı kimliği veriyor.
FERT FERDE YARDIM EDER
İnfak, sosyal bir etkinliktir, toplumsal bir yardımlaşmadır. Ancak bu sosyal yardımlaşma, bir ideolojinin veya başka bir dinin değil, İslam`ın emrettiği bir sosyal yardımlaşma olduğundan ferdilik toplumsallık noktasında İslam`a has bir orta yol kimliğine sahiptir. Bu orta yolda ne “veren el” olarak ne de “alan el” olarak “fert” mutlak bir şekilde ortadan kalkmaz. “Ferdin ferde yardımı” asla son bulmaz.
Ferdin ferde yardımı, “veren el” olarak Müslüman fert ile çevresi arasında bir kaynaşma sağlar; onun bir köy ehli, bir kasaba ehli, bir mahalleli, bir apartman sakini olarak toplumla bağ kurmasının yolunu açar. Onun infakı, şuuru zayıf diğer toplum mensuplarını infaka teşvik eder, mahalli birimlerde toplumun huzurunu inşa eder. Onun toplumda bir rol üstlenmesini kolaylaştırır.
İslam`a bağlılık, toplumumuzda ferdin ferde yardımını sağlam bir temele oturtmuş. İslam`ın “yardımlaşınız” ve “komşusu aç iken tok yatan bizden değildir” emir ve uyarısı, bizde ferdin ferde yardımına bir düzen ve bir süreklilik kazandırmıştı.
Örneğin, Ramazan dışında da, her cuma akşam (cuma`dan bir önceki akşam), komşu, komşuya “cuma akşamı yemeği” adı altında bir tabak yemek götürürdü. O gece güzel bir yemek yapılmamışsa bir ekmek, o da yoksa bir tabak tuz... Böylece birbirine yakın meskenlerde oturanlar, birbirleriyle kaynaşır, komşu olur; komşular arasındaki kırgınlıklar onarılır ve meskenler bugünkü ifadeyle otelleşmekten kurtulur, insanîleşir.
Öte yandan her fırsat, sadaka için değerlendirilirdi. Her ev, medresedeki bir feqîye (medrese öğrencisi) günlük yemeğini verir; uzak yerlerden gelen yolcular, durdurulup konaklanır. Hatta dağda kaybolan hayvan bile sadaka için fırsat olur. Kurda yem olmaması dileğiyle o hayvan için duvara bir ekmek asılır, hayvan bulununca o ekmek komşuya verilirdi.
YARDIMLAŞMA KURUMLAŞMAK DURUMUNDA
Hayat değişti; toplum köy, kasaba ortamından şehre taşındı. Bu taşınma, tabii bir süreç içinde gelişen bir taşınma değil, gayri insanî modernizmin dayatmasıyla bir “yığılma” biçiminde gerçekleşti. Bu şehirler, İslamî şehirlere benzemiyor.
Bugün şehir hayatında, bu gayrî İslamî şehirsel oluşumda, “yığılma” infakı hem daha çok gerekli kılıyor hem de veriliş biçimi bakımından kurumlaşmayı zorunlu kılıyor.
Eski İslam şehirlerinde şehrin merkezî, bir ulu cami, bir medrese külliyesi, bir iki dergâh ve bir çarşı etrafında şekillenirdi. Orada “çokluk”, toplumsal manzarayı gösterir ama ferdi, kalabalık içinde yok etmezdi. Cami, dergâh, medrese fertle yüz yüze bir iletişim sağlardı. Dolayısıyla şehir merkezi, ferdi unutturmak bir yana, fertle iletişimin sağlandığı bir mekan, bir imkân olurdu. Çevre mahallelerde de toplum, mahalle camisi etrafında kümelenir. Toplumla fert, fertle toplum orada iletişim kurardı. Köyden şehre kaç kişi taşınırsa taşınsın onlar şehir hayatında “yitik adamlar (kaybedilmiş insanlar)” olmazdı, İslam`ın adaletinde bugünkü gayri insanî şehir manzaraları ortaya çıkmazdı.
Müslümanlar buna rağmen, şehir ortamında infakı, sosyal yardımlaşmayı organize etmek için vakıf, aşevi gibi adlar altında kurumlar oluşturmak zorunda kalmışlar.
Bir de bugünün şehirleşmesine bakalım, köyden, yerden sökülürcesine koparılıp şehir ortamına savrulan fertler, takip edilebilsin diye birer vatandaşlık numarasıyla devlet kurumuna bağlı. Hepsi bu kadar... Fert, bir asayiş problemi oluşturmadığı sürece bir numara kadar ölü, bir klavye tuşu kadar cansızdır. Gayri insani bir göçle yığınlar yığın üzerine binmiş fert o yığınların altında İslamiliğini de insaniliğini de yitiriyor; maddi yokluk içinde manevi olarak tükenip bitiyor.
Kapitalizmin sebeb olduğu bu gayri insani yapı, ortaya milyonlarca “kayıp insan” çıkarmış. Kimin ne oludğunu bilmek mi? Kişinin kendisi ne olduğunu bilmiyor ki siz onun kim olduğunu bilesiniz.
Eğer İslam şehirlerinin o mükemmel yapısı, o yüce insaniliği, sosyal yardımlaşma için kurumlaşmayı gerektiridiyse bugünkü şehirlerin gayri insani ve gayri İslamî yapısı kurumlaşmayı binkat daha gerekli kılıyor.
Birlikte namaz kılmak cami yapmayı nasıl gerekli kılıyorsa bugün infakı hakkıyla yapmak da kurumlaşmayı öylesine gerekli kılıyor. Hem de iki yönden de açık “levhalı kurumlar”... Bu kurumlar toplumu tanıma imkânına sahip olmalı ve hem infak yapmak isteyenin hem faydalanmak isteyenin kolayca bulacağı bir levhaya sahip olmalı.
İslamî yardımlaşma bugünün koşullarında “küçük çaplı” ve “büyük çaplı” diye ayrılabilir. Bugünün şehirlerinde insaniliği yeniden sağlamak, evleri bir otel odası ölülüğünden kurtarmak; İslamî bir iletişim, bir dayanışma inşa etmek için ferdin (kendi mahalinde) ferde yardımı korunur ama büyük yardımlar için kurum zorunluluğu özümsenir, büyük yardımlar kesinlikle kurumların organizesine bırakılırsa İslam`ın bereketi işte o zaman kendisini göstermeye başlar. Hayat, şehir ortamında da insanileşir ve İslamileşir.
Kendisini değiştirmek isteyen bir topluma Allah yardım eder...