Sadece Muharrem ayının onunda değil, ne zaman bir zulme şahid olsak, yeryüzünün neresinde güce dayanan bir saltanata muhatap olsak, ne zaman bu yolda şehidler versek hep Hüseynimizi (r.a) anarız.
Böyle durumlarda o bizim yolumuzun aydınlatıcısı, “gelin, gelin” diye şehadete çağıran davetçimizdir.
Ümmet olarak tarih boyunca İslâm davası uğruna ne zaman bir şehid versek aklımıza ilk gelen Hz. Hüseyin (r.a) olur.
Verilen mücadeleleri hep onun mücadelesiyle kıyaslar, onunkine benzediğini ispatlamaya çalışırız ve o günden bu yana bütün şehidlerimizin varıp onunla buluştuğuna inanırız.
En son verdiğimiz şehitlerimiz Aytaç Baran, Yasin Börü ve arkadaşları, Mavi Marmara'nın yarenleri onun mektebinin son mezunlarıdır diye biliriz.
Geriye doğru gittiğimizde Fethi Şikakî, Abbas Musavi, Seyyid Kutup, Hasan el Benna, Abdulkadir Udeh, Şeyh Said, İskilipli Atıf ve niceleri bizleri hep Kerbela'ya, Aşura'ya götürür.
Aynı zamanda dünden bugüne bütün zalimleri ve diktatörleri de Yezitle, Firavunla, Nemrutla özdeşleştiririz.
Fakat ne acıdır ki günümüzde kaybettiğimiz binlerce Müslümanı bazen nereye koyacağımızı, kime benzeteceğimizi bilemiyoruz.
Dün Afganistan'da Rus işgaline karşı, bugün ABD işgalini söküp atmak için direnirken ölenlerin şehadetinden şüphemiz yokken, bu arada azımsanmayacak rakamlara ulaşan iç çatışmalarda kaybettiklerimizin Hüseynin (r.a) yanına vardığından emin misiniz?
Defalarca dile getirdiğimiz gibi, internete girerek şöyle bir bakınız, son on yılda başta Pakistan, Afganistan, Irak, Suriye ve Yemen'de intihar saldırılarıyla kan gölüne dönüşen camilerin cemaatini, eylemcilerini nereye koyacağız?
Halep'te varil bombaları altında hunharca katledilen Müslümanların şehadetlerinden asla bir tereddüdümüz yoktur. Tabii, onlara ölüm bombaları yağdıranların yezidliğinden de. Fakat kendilerine ölüm yağdıran zalimleri bir tarafa bırakarak birbirleriyle savaşan, birbirlerini katleden birbirlerinin camilerini havaya uçuran grupların akıbetinden hiç de emin değiliz.
Dilimizle onların da şehid olduklarını söylesek de içimiz o kadar rahat değil, kitaptan yerini bulmaya çalışsak da biraz zorlama oluyor gibi.
Hüseyin kim, Yezit kim, bir türlü seçemiyoruz.
Allah için soruyoruz; Hanginiz birilerinin sizi “Allahuekber” diyerek öldürmesini ister?
Aynı şekilde hanginiz “Allahuekber” diyen, kelimei şehadet getiren birilerini öldürmek ister?
Hüseyin kim, Yezit kim, bunu anlamak çok mu zor?
Diyelim ki kendimizden eminiz, kendi çizgimizin meşruiyetini bir takım delillerle ispat etmeye çalışıyoruz.
Peki, bir de etrafımıza, en yakın çevremize bakmamız gerekmez mi? Kimlerle birlikte bulunduğumuzu, kimlerin safında yer aldığımızı gözden geçirmemiz en sağlam yollardan biri değil midir?
Kimlerle birlikte mücadele veriyoruz, kimlere hücum ediyoruz, kimleri sevindiriyoruz, kimleri üzüyoruz? Bunu tespit etmek çok mu zor?
Tebuk savaşına katılmayan üç tevbekâr sahabeden Ka'b bin Malik daha sonra o günleri anlatırken, çarşıya çıktığında münafıklardan, ihtiyarlardan, sakatlardan, kadın ve çocuklardan başka kimseyi görmediğini, bunun kendisine çok ağır ve utanç verici geldiğini söylüyor.
Tebuk savaşına katılmayan bir kişi daha vardı, Hz. Ali (r.a). Peygamber Aleyhisselam onu kendi yerine, özellikle Haşimoğullarının bayanlarını koruması için vekil bırakmıştı. Hz. Ali (r.a) aynı şekilde dışarı çıktığında münafıklardan, ihtiyar ve sakatlardan ve çocuklardan başka birisini görmemiş, münafıkların kendisini aşağılayan dedikodularını da duyunca kılıcını kuşanıp atına atlamış ve Rasûlullah'ın arkasından yetişmiş, niçin geldiğini sorunca olup bitenleri anlatmış, Rasûlullah (s.a.v)
-Ey Ali, sen benim yanımda Musa'ya nisbetle Harun gibisin, şu var ki benden sonra rasûl gelmeyecek” buyurarak geri göndermişti.
Zaten üç tevbekârın da affedildiğini belirten ayetlerden sonra “Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve sadıklarla beraber olun!” (9/119) buyurulması da manidardır.
Bütün mesele etrafımıza bakmak, etrafımızdakileri görmek, bizimle birlikte gülenlerin, bizimle birlikte üzülenlerin kimler olduğunu anlamak, yanlış bir şeyler varsa hemen düzeltmektir.
Müslüman bireyler olarak bu ölçüye dikkat etmemiz gerektiği gibi, camialar olarak da, özellikle ülkeleri değerlendirirken de bunu göz önünde bulundurmalıyız.