Tarikat mevzusu, Türkiye’nin değişmez bir gündemi olarak tutuluyor. Geçmişte medya, günümüzde sosyal medya gündemine bakanlar, ülkenin bütün sorunlarının ardında tarikatlar var hissine kapılır.
Devletin derin yapısına tarikatlar mı oturmuş? Devletin yüzeysel görünümünde baştanbaşa tarikatlar mı var?
Geçmişin medyası ile bugünün sosyal medyasına baksak bu sorulara hiç tereddütsüz “Evet!” cevabı vereceğiz. Ama bu hiç kuşkusuz ustalıklı bir algı operasyonudur. Hiledir, aklımızla alay edenlerin kahkahalar atarak seyrettikleri bir oyundur.
Bununla birlikte tarikat konusunda sorunlar yok mudur? Kendiliğinden “şeyh” sıfatı alan kimilerinin ahvalleri, İslam’la çelişmiyor mu?
Bugünkü analizimizde, bu bağlamda tarikatlar konusunu ele alacağız.
TARİKATLAR NE ZAMAN ORTAYA ÇIKTI?
Tarikatı var eden tasavvuftur. Tasavvufun üzerine oturduğu esas zühddür. Zühd ise İslam ahlakının esaslarındandır. Dolayısıyla bugüne kadar tasavvufun köklerini Müslümanların dışarıdan etkilenmelerinde arayan tezlerin tamamı kuşkulara sarılmış bir iddia olmaktan öteye geçmemiştir. Başka dünyalarda zühdün var olması, tasavvufun dışarıdan geldiği; başka inançlarda tarikat benzeri yapılaşmaların bulunması Müslümanların tarikatı başkalarından öğrendikleri anlamına gelmez. Bu yöndeki iddiaların esasında, İslam’ın bütün olarak dışarıdan öğrenildiğine dair inkârsal yaklaşımın payı da asla yok değildir.
Zühd zenginler içindir. Zira varlığı olmayan imtihana uğramamış, tabii bir zahiddir. Oysa asli manasıyla zühd, varlıklı olanın iradesinin sade yaşam tercihidir.
İslam dünyası zenginleşince zühde ihtiyaç arttı. İslam, yapısı gereği, cemaatleşmeyi, birlikte bulunmayı gerektirince de zahidlerin buluşması zorunluluğu oluştu. Böylece Müslümanlar arasında ilk zahid toplulukları ve dolayısıyla ilk tasavvuf toplulukları görünmeye başladı.
Abbasî Devleti’nin İslamî yanının zayıflaması üzerine zamanla bu zahid toplulukları, daha görünür bir şekilde cemaatleşerek devletin yapmakta eksik kaldığı vazifeleri üstlendiler. Müslümanları günahlardan nehyettiler, iyiliğe teşvik ettiler. Gayri Müslimleri İslam’a davet ettiler, yeni Müslüman olanların İslam toplumuna adaptasyonu için ortam oluşturdular. Miladî 9 ve 10. yüzyılların büyüklerinden Bâyezıd-i Bistâmî, Sehl-i Tüsterî ve Cüneyd-i Bağdadî, henüz tarikat adını almamış bu toplulukların ilk önemli isimleridir. Onlardan sonra gelen Hücvîrî, Kelabâzî ve İmam Kuşeyrî, tarikat ile ilgili kavramları yerleştirdiler. Onların ardından gelen İmam Gazzâlî, tefekkür, söz ve ameliyle tarikatlar için yeni bir zemin oluşturdu. Ondan sonra gelenler ise farklı coğrafyalarda ilk tarikatları teşekkül ettiler.
Bu şekilde varlık bulan tarikatlar, kimi mekân ve zamanlarda devletlerin eksik bıraktıklarını veya yapmadıklarını onlardan bağımsız olarak gerçekleştirdiler. Kimi mekân ve zamanlarda ise tarikatlar, devletlerin kuruluşunda yer aldılar ya da devletler, kurulduktan sonra tarikatları bir sivil toplum kuruluşu olarak sistemleri dahilinde desteklediler ve onlardan destek aldılar. Böylece toplum-devlet bütünlüğü teşekkülü yapılar üzerinden de sağlanmış oldu. Bu, İslam dünyasının ihtiyaçlarından doğmuş, medeni bir oluşumdur. Bu oluşum, sağlıklı işlediği sürece İslam dünyası selamette kaldı.
TARİKATLARIN İSLAM DÜNYASINA HİZMETLERİ
Tarikatların, ilk zahid toplulukları ile birlikte İslam dünyasına ilk büyük hizmeti, Orta Asya’da Türkler gibi geniş bir sahaya yayılmış ve büyük bir nüfusa sahip bir halkın Müslümanlaşmasına katkılarıdır. Bu katkıyı Gazneli Devleti ile birlikte Hintlilerin Müslümanlaşmasına katkı izledi. Bu iki katkıyı bilen her dış güç, tarikatlardan korkar ve onların kontrol altına alınması için projeler geliştirir.
Tarikatların ikinci büyük hizmeti, Abbasî Dönemi aşınmasının izalesidir.
Üçüncü büyük hizmeti Haçlı ve Moğol istilasının bitirilmesidir. Bu sivil yapının zayıf kaldığı Endülüs’ün kaybedildiğini de unutmamak gerekir.
Dördüncü büyük hizmeti, Moğol sonrası bunalımın ardından İslam dünyasında Osmanlı ve Babür Devleti gibi devletlerin kurulup güçlenmesine katkılarıdır.
Beşinci büyük hizmetleri Ekber Şah’ın Hindistan’da uyguladığı program bağlamında İmam Rabbani üzerinden, Müslüman devletlerin sapmalarını engellemeleridir.
Altıncı büyük hizmetleri, Endonez ve Malay gibi Güney Asya; Senegal ve Nijerya halkları gibi Afrika toplumlarının İslam’a daveti; Müslüman bir toplum olarak örgütlenmesi ve devletleştirilmeleridir.
Yedinci büyük hizmetleri Mevlâna Halid-i eş-Şehrezûrî el-Bağdadî’nin çoğu esasını oluşturduğu antiemperyalist irşad ve cihad hareketlerini inşa etmeleridir.
Sekizinci büyük hizmetleri, dünyada yeniden örgütlenirken İhvan ve Cemaat-i İslamî gibi büyük hareketlerin oluşmasında etkileridir.
Dokuzuncu büyük hizmetleri, İslam dünyasının laikleştiği bir çağda Müslüman toplumun ahlakını korumaya dönük icraatları ve sivil toplum örgütlenmeleridir.
Tarikatlardan kaynaklanan aksaklıklar hatta onlarla ilişkilendirilen sapmalar, bu hizmetlerin yanında kayda değer bile değildir.
Türkiye bağlamında ise güçlü bir Osmanlı, Müslüman sivil toplum örgütlenmesi olarak tarikatların güçlü olduğu bir Osmanlıdır. Devletin sivil toplumu bitirip her şeye hükmettiği bir Osmanlı, gün geçtikçe zayıflayan bir Osmanlıdır.
Bu kapsamda Şeyhü'l-meşâyihlik makamının Osmanlı’ya getirisi ile götürüsünü daha iyi değerlendirmek gerekir. Neticede Osmanlı’nın son yüzyılında toplumun ıslahında ve antiemperyalist savaşta etkili olan tarikatlar, Şeyhü'l-meşâyihliğin zapturapt altına aldıkları değil, bilakis o kontrolden kendini beri kılmış tarikatlardır. Söz konusu makamın kontrol altında tuttuğu tarikatlar günden güne tükenirken diğer tarikatlar diri kaldılar. O makamın kontrol altında tuttuğu tarikatlar, ancak söz konusu makam ortadan kalkınca dirildiler.
MODERN DÖNEMDE TARİKAT
İngiliz, Fransız ve Ruslar; İslam dünyasını istila ettiklerinde, yönetimin tepesine kendileri oturup onun altına kendi ihdas ettikleri laik yapıları yerleştirmek istediler. Bunda başarılı olamadıkları ya da yetersiz kaldıkları yerlerde Müslümanların kendi gerçekliğine ait her tür yapıya ulaşmaya çalıştılar. Mezhep azınlıkları, kabile ve aşiretler, etkin aileler ve tarikatlar onların ilgi duydukları bize ait sair yapılardır. Bu yapılardan her birinden onlarla işbirliği yapanlar oldu. Ama İslam dünyasında Hindistan’dan Batı Afrika’ya onlara karşı direnen en güçlü yapılar, hiç kuşkusuz tarikatlardı. Hindistan’da Şeyh İsmail Şehid, Filistin’de İzzeddin el-Kassam, Kafkasya’da Şeyh Şamil, Cezayir’de Seyyid Abdulkadir bu direnişin simge isimleridir. 20. yüzyılın Batılılaştırma ile eş anlamlı laikleştirme çabalarına karşı mücadeleyi fiili kıyam boyutuna taşıyanlar da sadece tarikatlardır.
Hakikat, bu kadar bariz iken dışarının etkisiyle İslam dünyasında dış etkiyle üremiş ve hatta bizzat dışarı tarafından üretilmiş sosyalist hareketlerin, ulusalcı laiklerin “özgürlük harekatı” diye tanıtılmaları, buna karşı öz gerçekliğimize ait yapıların etrafında kuşku uyandırılması lehimize düşünülmemelidir!
İslam dünyasında laik ulus devletlerin ilanıyla birlikte Türkiye’de Nakşibendi tarikatı milli iç düşman ilan edildi. Diğer ülkelerde ise tarikatlar şiddetli bir baskı altına alındı. İlk dönem tarikat erbabının kafasına silah dayatılırken ya da kendileri için darağaçları kurulurken sonraki dönemlerde medya kılıcı hep tepelerinde tutuldu. Neticede tarikatlar, şiddetli bir sinme sorunu yaşadılar. Her tarikat, sürekli bir şekilde uluslararası güçleri ve onların yerel uzantılarını ürkütmeme gibi bir “kalıcı hedef” edinmekle yüz yüze kaldı. Büyümekten ve büyük hedeflere sahip olmaktan uzak durdu. Bu, karşımıza, hedefi sadece “nefis terbiyesi” olmak gibi, İslam açısından parçalanmışlığı ifade eden absürd bir durum çıkardı, tarikatları kısıtlılıktan uzaklaştıracak bir stratejiden yoksun bıraktı. Bu tarikatın öz gerçeği değildir. Nitekim erbaplarına büyük hedeflerden söz edildiğinde onların o yönde düşündükleri ama “Ne yapalım, bu çağda bu kadar yapabiliyoruz!” dedikleri biliniyor. Ne yazık ki bu zoraki kısıtlama, tarikatların zamanla intizamlarının bozulmasına ve pek çok eleştiriye maruz kalmalarına yol açtı.
Öte yandan tarikatların sözü edilen sorununun yanında kedilerini yenilememeleri, tarikatlar arası bir oto kontrol sisteminin olmaması, uluslararası ve ulusal güçlerin tarikatlar aleyhindeki sürekli desiseleri piyasada çok sayıda “mürşidsiz şeyh”in türemesine sebep oluyor. Uyduruk icazetlerle nice kişi, özellikle maneviyata susamış yerlerde, cahiliyenin eşiğinde bir yapı içinde şeyhlik yapmaya kalkışıyor. Bunların bir bölümü ise kesinlikle “şeyh” olmaktan öte, İslamî kesimler aleyhine çalışan derin yapıların öne sürdüğü tiplerdir. 1990’lı yılların başında İslamî hareketlerin atağa geçtikleri bir dönemde pek çok şehirde bu tür “mürşidsiz şeyh” enflasyonunun yaşandığı malumdur. Devlet otoritesinin sivil yapılarını anlamsızlaştıracak şekilde tarikatlar aleyhinde harekete geçirilmek istendiği son dönemde hâlâ o günlerin bakiyelerini bugünkü amaçlar için kullanmak isteyen yapıların var olduğu da muhakkaktır. Bu tür tipler, gereksinim duyuldukça sosyal medyanın ağzına atılarak onlar üzerinden bütün tasavvuf ehli aleyhine algı oluşturuluyor.
SOSYAL MEDYADAKİ PROPAGANDAYI KİM ÖRGÜTLÜYOR?
Sosyal medyada İslam aleyhindeki propagandayı yöneten güçlerle tarikatlar aleyhindeki propagandayı yöneten güçler aynı kişilerdir. Bu propagandanın arka cephesi yukarıda anlatılanlardan bağımsız değildir. Ön cephesinde ise çoğu ne yazık ki belli bir kesime mensup Marksistler vardır. Bunlar, İslam’a ve geleneksel toplumsal yaşama yönelik bütün kinlerini bu tür propagandalara alet olarak döküyorlar.
Burada abes olan ise kimi dindar insanların da piyasaya sürülen kirli tiplerden beri olduklarını ispatlama kaygısıyla bu propagandaya katılmalarıdır. Halbuki her propaganda, nihayetinde stratejisine hizmet eder.