Gündem o kadar büyük problemlerle dolu ki neredeyse daha küçük problemleri konuşmak veya yazmak ayıp kaçıyor. Bir büyük sorun minimize edilirken başka büyük bir sorun gündemi işgal ediveriyor. Onunla da uğraşma çabasındayken bir başka gündem patlayıveriyor ciğerleri ta yürekten yakan hem içten hem de dıştan. Sonra asıl uğraş alanları unutuluyor veya erteleniyor.
15 Temmuz sonrasındaki bir yazımızda “eğer bu darbe AB(D) tandanslı ise- ki öyle olduğunu en yetkili ağızlar söylüyor-batı savaş dahil elindeki bütün enstrümanları kullanmaktan geri durmayacaktır” demiştik. Maalesef gidişat bunu gösteriyor.
Bir içerden bir dışarıdan saldırıyorlar. Dengeleri sarsmayı, dikkati dağıtmayı, yaraları açık tutturmayı, iradeyi zayıflatmayı, ümitsizliği aşılamayı hedefliyorlar. Nihayet her bir yapının son bir direnç noktası olduğunu biliyorlar ve buna odaklanmışlar.
Detayları üzerinde mülkiye tezleri yazılacak kadar derinlikli olan geçmiş hataların bedeli; kefaretidir bu gün yaşadıklarımız. Ve daha doğmamış bebekler bu kefaretle/borçla doğuyorlar.
Yani dikkati lokal bölgelere yoğunlaştırarak fotoğrafın tamamını gözden kaçırma operasyonlarıydı o günlerde yaşanan. Bu günün sorunlarının temelinde patronun hoşuna gidecek “sanal mutluluk tabloları” ortaya o günün çıkarcı, kripto, makam sevdalısı oligarşik bürokrasisi ve kimi “itaatkar” siyasetçileri yatmaktadır.
Peki bu gün durum çok mu farklı? Taşradan gördüğümüz kadarıyla durum çok daha vahimdir. Alt kademelerde önemli tasfiyeler yapılırken üstlerde emniyet ve yargı dışında pek bir tasfiye yaşanmadı. Özellikle mülkiyede FETÖ'nün ciddi bir örgütlenmişliğini herkes bilir. Ve hepimiz biliriz ki merkezin kararlarını taşrada icra eden makamlardırlar. Mülki idarede sembolik birkaç isim dışında hepsinin yerini koruduğu bilinmekte. Ya da yerine konan eskiyi aratır durumda çoğu zaman.
İşte bu “yerini koruma” veya “halef selef” benzerliği yerelde halkın homurdanmasına sebep olan işler yapmakta. Bu sorunlar ilk bakışta önemsiz, sıradan olabilecek ihmaller gibi görünse de gerçek böyle değildir.
Bir tv kanalında hükümetin önemli bir vekili bu durumdan şikayet ediyor, kararları bürokrasinin verdiğini faturanın ise kendilerine kesildiğini söylüyordu.
Maalesef protokollerde, yukarılar ile buluşmalarda ve rapor düzmede birer Ömer görünümünde olan bu taşra erkanı, işiniz veya merakınız gereğince onlarla yakın bir pozisyon aldığınızda aslında istisnalar hariç çok endişesiz ve dertsiz olduklarını işlerin bozulmasına göz yumduklarını; hasseten olağanüstü halin tanıdığı yetkilerden alınan güç ile de başka “icraatta” bulunduklarını görürsünüz. Atamalardan tutun mülakatlara kadar çok ciddi rüşvet ve yolsuzlukların döndüğü konuşulmakta. Örneğin hiçbir makul sebep gösterilmeksizin KPSS'de on puan geride birinin mülakatta kazanması, ya da darbenin paletlerine gövdesini koyan vakar sahibi adamların, bu gün her resmi karede arzı endam eden tuzu ve ruhu kuruların eline terk edilmesi veya ötelenip ötekileştirilmesi gibi hayatın her alanını etkileyen ve adalet duygularını zedeleyen bu uygulamalar; eğer bu gün tedbir alınmazsa yarın yine önümüze “yanıldık” dedirtecek, altından kalkılamaz yeni problemlere sebep olur.
Önemsiz gibi görünen ama özünde toplumun algılarının şekillenmesinde temel teşkil eden taşra yönetiminin kirlenmesi, toplumu aşağıdan yukarıya dejenere eden, yolsuzluk ve usulsüzlüğe yönelten daha da ötesi kirlenmeyi kanıksayan bir sonuca götürür. Çığa dönüşen kartopu gibi gittikçe büyüyen ve genişleyen hacim herkesi altına alan devasa bir felakete dönüşür.
Kısaca nehir Ankara'dan temiz akıyorsa da bizim şehre gelinceye; oradan da bizim evin önünden geçinceye kadar bulanıyor. Bu su bulanık suda balık avlananların hoşuna gidiyorsa da; ahali bu sudan yararlanamıyor. Su Ankara'ya doğru tersine akıtılamayacağına göre, suyu kimin nerde nasıl bulandırdığını bulmakta Ankara'nın işi olsa gerek.