İslami mücadele önderleri açısından yakın tarih adeta bir hazine gibidir. Zulüm, baskı, tehcir, sindirmelere rağmen hız kesmeyen bir mücadele vererek yolumuza aydınlatmaya çalışan dava öncülerini tanımak ve tanıtmak gerekiyor. Hâkim güçlerin unutturma politikasıylea karşı karşı olan bu ilim ve mücadele ehlini tanımamak ve tanıtmamak tarihi açıdan bir sorumluluk ve ahiret açısından bir mesuliyettir.
"Kur'an Hadimi" olarak bilinmeyi fazlasıyla hakeden Süleyman Hilmi Tunahan Hazretleri yakın tarihte unutturulmaya çalışılan kıymetli âlimlerden biridir. İslami değerlerin yasaklarla ortadan kaldırılmak istendiği, İslami kıpırdamalara karşı en acımasız ve korkunç karşılıkların verildiği bir dönemin canlı şahidive mazlum tanığı olarak Süleyman Hilmi Hoca "Sizin en hayırlınız Kur'anı öğrenen ve öğreteninizdir" Hadis-i Şerifinin güzel bir örneğidir.
Son devrin âlim, müderris ve mücadele önderi Süleyman Hilmi Tunahan 1888 (h.1304) yılında Silistre'nin Hezargrad kasabasının Ferhatlar köyünde doğmuştur. Tuna Nehrinin güney kıyısında bulunan Silistre, önceleri Rumeli Eyaleti'ne bağlı iken Kanuni devrinden itibaren Özi Eyaletinin paşa sancağı haline getirilmiştir. Bu yer şu anda Bulgaristan sınırları içerisindedir.
Soyu Fatih Sultan Mehmet döneminde yaşayan İdris Bey'e kadar uzanır. Fatih, İdris Bey'i Tuna Han'ı tayin etmiştir. Ve onu kız kardeşiyle evlendirmiştir. Dedesi ise Kaymak Hafızdır. Babası Hocazade Osman Efendi, tahsil hayatını İstanbul'da tamamladıktan sonra memleketi Silistre'ye dönmüş ve buradaki Satırlı Medresesi'nde yıllarca müderrislik yapmış meşhur bir âlimdir. Annesinin ismi ise Hatice'dir. Hatice Hanım saliha bir kadındır. Bu ailenin güzide evlatları da Fehim Süleyman Hilmi, İbrahim ve Halil'dir.
Osman Efendi; ilmi ile amil, takva sahibi bir zattır. Bu zat, İstanbul’da iken bir rüya görür: "Vücudundan kopan bir parça gökyüzüne çıkar ve etrafa ışıklar saçar." Osman Efendi, rüyasını insanları manen aydınlatacak hayırlı bir evlada yorumlar.
Osman Efendi, Silistre Saatırlı Medresesi'nde müderristir. Bu vesileyle çocuklarına ilk tahsillerini kendisi verir. Bu arada o, rüyasında işaret edilen çocuğunun hangisi olduğunun merak ve ilgisi içinde olup onların hal ve tavırlarını izler. Tahsilin ilk evresinden itibaren Süleyman Hilmi, zekâ, öğrenme isteği, kavrayış kabiliyeti ve titiz bir edayla İslami hayat yaşamakla dikkatleri üzerine toplar. Bu müşahade işaret edilen evladının Süleyman Hilmi olduğunu geciktirmez. Osman Efendi, yakın gelecekte önemli bir misyon yüklenecek olan oğluna maddi-manevi hiçbir fedakarlıktan kaçınmaz; kayırmacı olmayan ama gerekli bir ilgi ve alaka ile onu yetiştirir. Süleyman Efendi, ilk tahsilini Rüştiye Mektebinde yapar ve sonra bir müddet babasınının müderrisi olduğu Satırlı Medresesi'nde ilim tahsil eder. Bilahare Osman Efendi, oğlunun yüksek tahsil yapması için İstanbul’a gönderir. Ve ona şu nasihatlerde bulunur:
"İstanbul’da parasız kalmak, ahirette imansız kalmak gibi zordur. Onun için iktisatlı ol 10 kuruşa alacağın bir şeyi 5 kuruşa almaya gayret et. Usul-ü fıkıh ilmine iyi çalışırsan dininde kuvvete olursun. Mantık ilminde iyi çalışırsan ilminde kuvvetli olursun..."
Süleyman Efendi önce Fatih Camii dersiamlarından Bafralı Ahmet Hamdi Efendinin yanında "Ulûm-u âliye" olarak isimlendirilen sarf, nahiv, belagat, mantık ve münazara gibi ilimleri ve "Ulûm-u ameliye" denilen tefsir, hadis, fıkıh ve bu ilimlerin usüllerini tahsil eder. Tahsilini birincilikle tamamlar ve hocasından icazetnamesini alır.
Yıl 1916... Süleyman Efendi derslere olan ilgisi ve harika zekâsıyla dikkatleri üzerine çekmiş ve kendi hakkında "yetişirse iyi bir âlim olacak" görüşü kuvvet kazanır. Süleyman Efendi bu icazetten sonra Darü'l-Hilâfeti’l-Aliyye Medresesi kısm-ı âli (İlahiyat Fakültesi) bölümüne kayıt yaptırır, daha önceki tahsilinden dolayı buraya üçüncü sınıftan başlar ve iki yıl sonra da mezun olur. Süleyman Hilmi, günümüz ifadesiyle "akademik kariyer" yapmak için Süleymaniye Medresesi’ne bağlı Medresetü'l Mütehasisîn"e (Yükseklisans-doktora) kaydolur. Bu okulun tefsir ve hadis, fıkıh, kelam ve hikmet, edebiyatolmak üzere dört bölümü vardır. O bu bölümlerden tefsir ve hadisi seçmiştir. Süleyman Efendi buradaki tahsilinin ilk iki yılını tamamladıktan sonra (1918’de) "İstanbul Müderrisliği Ruusu" ünvanını alır.
27 Mayıs 1919’da ise Medresetü-l Mütehasisînin tefsir ve hadis bölümünü birincilikle bitirir. Ayrıca Süleyman Efendi, Tanzimat’tan sonra açılan ve bugün hukuk fakültesi karşılığında olan "Medresetü'l-Kuzat'ı birincilikle kazanmış ve burada "Roma hukuku, sakk-ı şer'î, Ticaret-i Berriyye Hukuku, Ticaret-i Bahriye Hukuku, Hukuk-u Düvel" gibi dersleri başarıyla okuyarak mezun olur. Süleyman Hilmi, okulu birincilikle bitirdiğini telgrafla babasına bildirir. Lakin babası konuya başka bir cepheden yaklaşır. Ve unları yazar: "Hüküm verme konumundaki insanlar büyük bir mesuliyet altındadır ve adaleti gerçekleştiremeyenler ise cehennemlik olur. Süleyman! ben seni cehenneme göndermek için İstanbul'a yollamadım."
Bunun üzerine Süleyman Efendi, babasına cevabi bir mektupta şöyle yazar:
"Benim amacım hâkimlik yapmak değil, dini ilimlerde en zirve noktalara çıkmaktır."
Sonraki dönemlerde Süleyman Hilmi'nin bu sözüne bağlı kaldığı ve hâkimlik yapmadığı görülecektir. Süleyman Efendi yüksek tahsilini ve akademik kariyerini de başarıyla tamamlar; haklı bir şekilde amil ve muttaki bir kişilik olarak devrinin seçkin âlimleri arasına girer.
Süleyman Efendi, 1 Haziran 1920 tarihinde Daru'l-Hilafeti'l-Ali’ye Medresesi'nde müderrisliğe başlamıştır. Ancak bu müderrislik fazla sürmemiş 3 Mart 1924 yılında tevhid-i tedrisat kanunu gereğince medreseler kapatılınca müderrisliği bırakmak zorunda kalmıştır.
Medreselerin kapatılması, İstanbul’daki Müderrisler Cemiyeti'nde hararetle tartışılmıştır. Çünkü Harf Değişiklik kanunuyla nasıl ki yüz binlerce okuryazar bir gecede cahilleştirildi. Bu kanunla da İslamiyeti eğitim veren kurumlar lağvedildi. Eğitim veren tüm kurumlar devletin tekelinde laik bir eğitim vermek üzere maarif kısmından yoksun sadece ezberci bir öğretmeye dönüştü. Bu uygulama binlerce müderrisin işlevsiz kalması manası taşıyordu. Bunlar ya işsiz güçsüz ortada kalacak, hazine misali ilimlerinden müstefit kimse olmayacak ya da müderrisler hükümetin uygun göreceği imamlık, vaizlik, emeklilik gibi yeni vazifeleri kabullenecekler. Müderrislerin çoğu bu durumu kabullenmiş gibi görünüyorlardı. Yalnız Süleyman Efendi'ye göre bu hadise hiçte birilerinin algıladığı gibi sıradan ve iyi niyetle yorumlanacak değildi. O, bu adımla Dini ilimler ve Kur'an ilimlerinin ortadan kaldırılmasının amaçlandığını sezmişti ve diğer arkadaşlarını şu ifadelerle uyarır:
"Ey dersiamlar! Sizler bu memlekette, bugün için dinin teminatlarısınız. İkişer, üçer kişi oturup onlara dini öğretirseniz asgari 50 sene 1-2 nesil boyu İslam’ın ömrünü uzatmış olacaksınız. Bunu yapamazsanız, huzur-u ilahide mesuliyetten yakanızı kurtaramazsınız."
Zalim idarenin dine bakış acısını bilen korku ve menfaat beklentisi... gibi nedenlerle çoğu müderris bu teklife hiçte istekli görünmemişlerdir. Süleyman Efendi, yoğun çabalar sonunda arkadaşlarının bazılarını ancak şu kararlı bir telgraf çekilmesi için ikna edebilir:
"Biz aşağıda isim ve imzaları bulunan dersiamlar, hükümetimizin hara-i umumi gibi büyük bir felaketten çıkması dolayısıyla, mali müzayaka içinde bulunduğunu dikkate alarak, dini ve İslami ilimleri fahriyen okutmaya hazır olduğumuzu bildirir..."
Fakat cevabi telgrafta şöyle denmektedir:" memlekette, tevhid-i tedrisat kanunu yürürlüktedir, hilafına hareket eden şiddetle cezayı müstelzimdir."
Bu olumsuz gelişmeler akabinde Süleyman Efendi'nin müderrisliği sona ermiş ve kendisi İstanbul vaizliğine atanmıştır. Bu durum karşısında hemen teslim bayrağını çeken diğer müderriz arkadaşları ona:
"Artık hocalıkta bize ekmek kalmadı. Bize tevdi edilecek yeni mesleklere gidelim." demişler. Süleyman Hoca ise onlara izzetli ve onurlu bir duruşla şu özlü cevabı vermiştir"
"Efendiler! hocalık bir meslek, bir ekmek teknesi değildir. Hocalık Allah'ın, Resulullah’ın, Kitabullah'ın ve din-i mubin-i İslam’ın tebliğ memurluğudır."
İstanbul vaizliğine tain edilen Süleyman Hilmi Efendi’nin önünde iki yol vardı:
1. Ya diğer arkadaşları gibi ya Atatürk Cumhuriyetinin tevdi ettiği vaizliği kabul edip az bir paha karşılığında Allah'ın ayetlerini hâkim ideolojinin beklentisine göre yolumlayacak bir kısım hüküm ayetlerini gizleyecek ve rahat hali içinde köşesine çekilecek, etliye sütlüye karışmayacak. Dünya huzuru için zalime sessiz kalacak, başını belaya sokacak (!) İslami gayretlerden uzak duracak, kısacası hiçbir şeye karışmayacak.
2. Ya da uğrunda oluk oluk kanların aktığı Kur'an'ı ve Kur'ani ilimleri, Müslüman nesle öğretme davasını yüklenecek; hakiki çehresinden arındırılmaya çalışılan iman ve islam esaslarını, Allah'ın ahkâmını savunma ve insanlara aşılama kararlılığı gösterecek.
Görünürde ilk yol nefis için daha rahat ve kolay, ikinci yol ise çok meşakkatli ve zordu. O ikinci yolu tercih eder ve o günden sonra Allah’ın kelamı gibi bir öğretiyi omuzlayarak hayırlılar zümresine dâhil olmak arzusuyla talebe okutmayı hayati bir amaç olarak kabul eder.
Süleyman Hilmi Efendi, salih ve şerefli bir nesepten geliyordu. Zamanındaki geçerli ilimlerin tamamını biliyor olması ve Muhammed aleyhisselamın dinini harfiyyen yaşama gayreti onu toplum içinde belirgin ve saygın bir konuma getirmişti. Tıpkı siyah taşlar arasında beyaz bir taş gibi kendini belli ediyordu. Âlim, amil, muttaki ve gayreti bir zat olan Süleyman Hilmi Hoca İslami ilimleri öğretmeye tam ehildi işte bu ehliyet ve dirayet, ilmiye sınıfının yeniden diriltme ve yeşertme sevdasında onu daha ısrarlı kıldı.
Evet, O iki tercihten zahiren zorlu ama manen kazançlı olanı seçmiş yani Allah rızası uğruna Kur'an talebeleri yetiştirmeyi hedeflemişti; fakat bir türlü ders alacak bir talebe bulamıyordu. O günkü idarenin din üzerine uyguladığı baskı ve zulümden korkan, sinen insanlar, bırakın okuyup yazmayı,"Allah!" adını bile anmaktan korkar haldeydiler. İslam’ın beş temel şartının bile yerine getirilemediği, hatta bir hatim bir yağmur duası merasiminin bile tertiplenemediği, kişinin kendi evlatlarını bile okutamadığı bir hürriyetsizlik, baskı söz konusuydu. Âlimler âlimliğini, sarıklılar sarığını, Kur'an öğreticileri bilgilerini, Müslümanlar Müslümanlıklarını gizlemek zorundaydı.
Süleyman Efendi ise şunu iyice bellemişti: Hazret-i Muhammed aleyhi salât vesselam'dan sonra dini tebliğ edeecek, İslami mücadeleyi sürdürecek bir Peygamber olmayacak; ama âlimler, peygamberlerin varisleri olarak bu izzzetli emaneti omuzlayacak/omuzlamalıydı. Sadece korku ve sindirilmiş kişiler yoktu, bu memlekette. Allah’ın dinini muhafaza ve hâkim etme uğruna canını dişine takıp mücadele yoluna koyulan ve bu yolda işkence, sürgün, zindan, dar ağaçlarıyla gelen şehadeti şerefle seçen Şeyh Sait, Bediüzzaman, Erdebilli Esat, İskilipli Atıf... gibi binlerce şahsiyet vardı. Süleyman Efendi de bu bilinçle Allah’ın dinini/kelamını öğretme işini yüklenmiş ve bu mesuliyeti seve seve kabullenmişti. Çünkü kendisi ilim tahsil etmiştir ve bu ilim bir emanetti, emaneti ehline yani tariplerine ulaştırması bir farizaydı, bildikleri onunla toprak olmamalıydı; muhakkak bu ilim toprağında ihlasla yeni âlimler, hocalar yetişmeliydi. Bu sebeple bildiklerini öğretmesi gerekiyordu. Öğretmez ise Allah indinde mesul olacağını da biliyordu. Kendisine:
"Kendini niçin bu kadar yıpratıyorsun?" diyenlere şu cevabı veriyordu:
"Yarın hesap günü var. Allah Teâla: 'Süleyman! verdiğim ilimle ne hizmet ettin, onu sana bu kara topraklara getir de göm diye mi verdim?' derse ne cevap veririm. Zamane âlimlerinin bu husustaki gafletleri büyüktür. Sözde varis-i enbiyayız derler. Nebilerin bıraktığı miras şeriat-ı Ahmediye'ye hizmettir. Onlar kendi evlatlarına dahi öğretmiyorlar."
Evet! böylesi hedefsiz ve gafil korkaklar Kur'an okutmuyor, Süleyman Hilmi Efendi ise okutmak istediği halde talebe bulmakta güçlük çekiyordu. Hatta bu meyanda bazen dersiam arkadaşlarını ziyaret eder, torunlarını okutup okutmadıklarını sonardı. Onlardan:
"Nerede...Böyle bir devirde nasıl okutabiliriz ki..." cevabını alınca çok üzülür ve kendisine verilmesi halinde okutabileceğini söylerdi. Ancak bu dahi kabul görmezdi.
O zor günleri Süleyman Efendi'nin kendi ifadelerinden dinleyelim:
"Okutma imkânı yoktu fakat okuyan dahi bulamadım. Bir zaman geldi, mebus maaşı kadar para verip talebe okutmak istedim bulamadım. Parayı alıp kaçıyorlardı çünkü korkuyorlardı. O zaman ümidim kırıldı. Bu ilimler yeryüzünden kaybolacak diye korkuyordum. Bunun üzerine kızlarımı okutmaya başladım. İlerde torunlarım olursa onlara öğretirler ve böylece bu ilimler yeryüzünden kaybolmaz dedim. Fakat sonradan Cenab-ı Hak, sebebler halketti ve talebe okutma îmkanı buldum. Yaşlılardan başladık, gençler daha sonra geldi ve şimdi yürüyor... Bütün bunlar, Cenab-ı Hakk’ın bize lütfudur."