İslam dünyası son iki yüzyıldır uğradığı operasyondan kendini kurtaramadı. Neredeyse her gün İslam dünyasının bir yerinden insanın bütün hislerini harap edecek acı bir haber alınıyor.
Olaylar öylesine sıradanlaştı ve duygular öylesine köreldi ki…
Geçen hafta İslam âlemi, Afganistan'da hafız çocuklar katliamıyla sarsıldı, diyemiyoruz ne yazık ki. Geçen hafta Afganistan'da hafız çocuklara yönelik bir katliam yaşandı, diyoruz ya da geçen hafta Afganistan'da çok sayıda hafız katledildi, diyoruz. Bunu derken de “Acaba bu duyarlılığımız şu bu tarafın yanlılığına yorumlanır mı?” diye endişe de etmiyor değiliz.
Aynı durum, Doğu Guta için de geçerlidir. Afganistan'da ABD'nin eliyle ne yaşanıyorsa Suriye'de yaşanan odur. Birinin baş aktörünün ABD, diğerinin Rusya olması ise ders alacaklar için ibret vericidir. İki tarafın ortaklarının kimliği ise bin kat daha ibret vericidir.
Bugünü anlamak için geçmişe uzanmak, sonra geçmişe takılmayıp bugüne dönmek şart.
Şöyle bir geçmişe doğru uzandığımızda dönemler bir bir ardımızda kalıyor:
19. yüzyılın başında Batılılar İslam dünyasını güçleriyle orantılı olarak istila etmekte başarısız olmuşlardı. O süreçte Müslüman Hint ve Cezayir'in kaybı Müslümanları sarsmıştı.
19. yüzyılın ortalarından itibaren Batı, İslam dünyasına ideoloji ithalatı yapmış; Müslümanları birbirine karşı kırdırmanın temellerini atmıştı.
20. yüzyılın ilk çeyreğinde I. Dünya Savaşı ile İslam dünyasının tamamına yakını istilaya uğramıştı. Bu istilada Batı'nın ürettiği ideolojilere kapılanların payı büyüktü.
20. yüzyılın ikinci çeyreğinde II. Dünya Savaşı'nın oluşturduğu ortamda İslam dünyasının büyük kısmı fiili olarak istiladan kurtuldu.
Ama 20. yüzyılın üçüncü çeyreği İslam dünyasında Batı'nın ulaşamadığı hedeflere ulaşmak üzere yetiştirdiği Batılı ideolojilere kapılmış despotların tahammül edilmez zulmü başlamıştı. Batı bu “gövdeleri yerli, kafaları Batılı” zalimlerin İslam dünyasının istilasını sağlayacağını düşünmüştü.
20. yüzyılın üçüncü çeyreğine girildiğinde Batı yanıldığını anlamaya başladı. Dünyayı baştan başa “Batılılaştıran” Batı, İslam dünyasında İslamî direnişle karşılaşıyordu.
“Din çağı”nın geride kaldığına inanan Batı, bu direniş karşısında büyük bir panik yaşadı ve olanaklarının sağladığı hızlılıkla İslam dünyasına yönelik yeni bir operasyon, yeni bir Haçlı Seferi başlattı.
Son Haçlı Seferinin asıl ayağını İslamî direnişin rayından çıkarılması, diğer ayağını ise “azınlıklar”ın güçlendirilmesi oluşturuyordu.
Bu son süreçte İran-Irak Savaşı, İslam dünyasına büyük bir duygusal kırılma yaşattı. Savaştan önce, 100 yaşına giren İttihad-ı İslam hareketinin büyük başarısıyla dünya, başlarındaki rejimlere rağmen Müslümanların birliğini konuşuyordu. Savaşla birlikte dünya Müslümanların çatışmasını konuştu.
Fransız sosyalizminin, dolayısıyla Fransız Mason locasının eseri BAAS Partisi'nin başlattığı savaş, sadece mezhepsel kırılmaya değil, Halepçe katliamı ile birlikte etnik kırılmaya da yol açmıştı.
İslam dünyasının son iki yüzyıllık felaketler sürecinin “modern” safhadaki ilk aşamasında Müslümanlar, Cezayir'de olduğu gibi doğrudan Batılılardan zulüm gördü. İkinci aşamasında Müslümanlar, “gövdeleri yerli, kafaları Batılı” despotlardan zulüm gördü.
Son aşama ise “post modern safha”dır; alabildiğine çok yönlüdür. İslam dünyası post-modern süreçte hem Sovyetlerin, ABD'nin, Sırpların, yeni Rusya'nın yaptıklarında olduğu gibi doğrudan Batılılardan zulüm görüyor hem Esed ve Sisi örneklerinde olduğu gibi “gövdeleri yerli, kafaları Batılı” despotlardan zulüm görüyor hem de Müslümanlar bizzat birbirlerinden zulüm görüyorlar.
Son aşama bu çok taraflılığıyla sürekli bir kanamaya yol açıyor. İslam dünyasının buna karşı geliştirdiği, ilk günlerde tepkiydi, sonra sadece acı hissetmek, şimdi ise sözünü etmek…
Dıştan görünen budur. Sanki acıya öylesine alıştık ki artık hiçbir acı bizi etkilemiyor, hiçbir felaket bizi harekete geçirmiyor.
Hakikat öyle değildir. Dıştaki bu hâle karşı, içeride işleyen bir vicdan vardır. Bu vicdan tahlillerini doğru yapıyor. Felaketi görüyor ve özellikle son üç beş yılda artık “Yeter!” diyor.
İslam âlemi dört bir yanı gözetleyen Batı'nın gördüğü ama hâlâ daracık sahasına odaklanmış kimi Müslümanların göremediği yeni bir ittihad süreci yaşıyor. “Vahdet” ve “rabıta” söyleminin parçaladığı İslam dünyası, büyük vicdanına dönerek bu tür kavramların tamamını aşacak şekilde alttan alta “Müslümanların birliği kurtuluşun tek çaresidir” diyor.
Afganistan, son bir iki yıldır sürekli sulhu zorluyor. Suriye savaşını alkışlayanların isabetsizliği günden güne belli oluyor. O savaşta bulunanların birbirleriyle uğraşmayı bırakıp dış düşmana hep birlikte yönelmeleri gerektiği düşüncesi kalplerde gittikçe yer ediniyor.
Tarihi başkalarına ve bizzat kendisine çektirdiği acılarla örülü, bu yönde büyük bir tecrübeye sahip Batı, bu uyanışı seziyor. Kanaya kanaya kabuk bağlamış yaramızı birbirimizin eliyle bir daha yararak İslam dünyasının birliğinin gecikmesi için son kozlarını oynuyor.
Geçen hafta Afganistan'ın Kunduz eyaletinde yaşanan hafız katliamının altında bu yatıyor. Geleneksel inançta malumdur ki ilim talebelerinin katli büyük uğursuzluk getirir. İlim talebeleri öldürüldüğünde artık büyük felaket yakındır. Batı'nın beklediği bizim bu katliamdan sonra intikam hırsıyla birbirimize daha büyük felaketler yaşatmamızdır. Belki kısa bir süre daha bu böyle yaşanabilir ya sonrası… Emin olun felaket bu boyutlara ulaştığında daha ötesi olmadığı için vuku bulacak olan kendine gelmektir, ıslah olmaktır, felaha doğru koşmaktır.
Doğu Guta'da yaşanan da budur. Mişel Eflak'ın ardılı bu BAASçı “Vahşî”ye (ki Esed soyu Beni Kelb kabilesinin el-Vahş boyundandır), bu gaddara yaptırılanların tek hedefi yaraların daha da derinleştirilmesi, buluşmanın ebediyen imkânsız hâle getirilmesidir.
Ama bu Suriye coğrafyası ne acılar yaşadı da onlara rağmen yüzyıllar boyu süren bir birlik inşa etti. Zira birliğin yol açtığı kimi mağduriyetlerin, çatışmaktan kaynaklanan acıların asla binde birini daha yapmadığını gördü.