Tüm Türkiye kamuoyu uzun zamandır “Süreç” denen tiyatro ile meşgul ediliyor. Süslü püslü cümlelerle, ballı kaymaklı açıklamalarla, gizli kapaklı toplantılarla, korsan buluşmalarla, ters yönden akışı yapılan ilginç istihbarat trafikleriyle bugüne kadar gelindi.
Topluma dönük çokça umut pompalandı, çok şeyler söylendi, nice tumturaklı vaatlerde bulunuldu. Oysa süreç içerisinde cereyan eden neredeyse her şey birer muamma olarak kaldı. Bugüne kadar kim kimle görüştü, ne görüşüldü, ne konuşuldu, kim kime hangi vaatlerde bulundu? Açıkçası şekilsel olarak kamuoyu nezdinde süreç bağlantılı süper nitelikte bir PR çalışması yürütülürken gelinen noktada toplum, aslında süreçle ilgili hiçbir bilgisinin olmadığını, daha doğrusu resmen ve alenen aldatıldığını 6-8 Ekim olayları vesilesiyle net bir şekilde anladı.
Öyle ya, süreç ilerledikçe barış ve huzur belirgin bir şekilde artacaktı! Türküyle, Kürdüyle herkes “Bıji Süreç” ortak paydasında buluşacaktı! Oysa tam tersi gelişmeler yaşandı. Eşkıyalık kültürünün bitmesi beklenirken, deyim yerindeyse eşkıya şehirlerin göbeğine bile inmeyi başarmıştı.
Aslında daha işin başından beri “süreç” denen mevtanın dirileceğine kamuoyu inandırılmaya çalışılırken öncelikle taraflar buna inanmış değillerdi. Açıkça söylemek gerekir ki, ne devlet, ne de PKK, inandıkları için “süreç” denen mevtanın başında ağlıyor değillerdi. “Barış” hissi gerçekçi bir histir, oysa bu gerçekçilik iki tarafta da yoktu, hala da yoktur. Netice itibariyle onları mevtanın başında bir araya getiren şey “Barış hissi” değil, Suriye başta olmak üzere Ortadoğu coğrafyasında baş gösteren ve sonunun nereye varılacağı hala bile kestirilemeyen keşmekeşliğin iki tarafa dayattığı zorunlu bir “geyik muhabbetinden” başka bir şey değildi.
En son 6-8 Ekim olaylarında olduğu gibi zaman zaman “süreç tiyatrosunun” canına okuyan fiili durumlar, aslında malum tarafın bölgesel keşmekeşliği sonuç itibariyle “öngörülebilir” bir durum olarak değerlendirmesinin sonucudur. Bu doğrultuda şunun altını çizmek herhalde zor olmasa gerek:
İki taraftan birinin ya da her ikisinin bölgesel keşmekeşliğin kendileri açısından öngörülebilir bir hale geldiği konusunda belirgin bir kanaate ulaşmaları, “süreç” denen tiyatronun son kullanma tarihini belirleyen ana faktör olacaktır. Dolayısıyla “son kullanma tarihine” kadar her iki taraf da şu anda süreci kendi lehine yontma konusunda “ne kadar mesafe alsak o kadar kardır” hesabı gütmektedir. Devlet, “şimdilik süreci ne kadar uzatsak kardır” hesabı güderken; PKK, “bu aşamada ne kadar alan kapsak o kadar kardır” hesabıyla hareket etmektedir.
Dolayısıyla özellikle 6-8 Ekim vahşet kalkışmasından sonra aslında ‘ama’lı da olsa “biz de süreci destekliyoruz” demenin hiçbir anlamı kalmamıştır. Bu tür ‘ama’lı süreç cümlelerinin sadece eninde sonunda biteceğine herkesin kesin gözle baktığı “süreç tiyatrosunun” vebalinden kaçınma amaçlı psikolojik baskıya boyun eğmekten başka bir şey olmadığını herkes bilmektedir.
6-8 Ekim vahşet tablosu sırasında süreç parlatıcılığı yapan bir çok siyasi ve medyatik sima, bu gerçeği göz önüne alarak “Kral çıplak” deme noktasına gelmişken, yeniden estirilen “Süreç rüzgarının” etkisiyle aynı simalar yeniden çıplak krala takım elbise giydirme operasyonuna kaldığı yerden devam kararı almışlardır. Kamu düzeni, asayiş olayları, heyet, sekreterya, silahlara veda vs temalı tiyatronun ikinci perdesine yeni kostümler giydirme çabasına girmiş bulunmaktadırlar.
Gerçekçi olmanın vakti artık gelmiştir. İlkin süreç bağlamında herkes tatlı bir umuda kapılmıştı. Ancak şu anda umuda kapılmak noktasında en ufak bir belirti yoktur.
Bunu da iki ayrı nedene bağlamak mümkündür:
1) Mimarlığını “Serok mu” yapıyor, yoksa Tayyip Erdoğan mı yapıyor, “Barışın mimarı kim?” tartışmasını bir tarafa bırakalım. “Mimarı” bile tartışmalı olan süreç, bağlantılı olduğu bölgesel gelişmelerle çok farklı bir noktaya taşınmıştır. Artık sürece, iddia edilenin aksine sadece devlet/hükümet ile İmralı tek başına etki edememektedir. Bölgesel gelişmelere doğrudan ya da dolaylı müdahil olan tüm taraflar artık süreci doğrudan etkileyen birer faktör durumuna gelmiştir. Özellikle Amerika’nın Kobani vesilesiyle örgüt üzerinde kurduğu tahakküm, örgüt açısından bölgesel keşmekeşliğin artık “öngörülebilir” bir durum arz ettiği değerlendirmelerini beraberinde getirmektedir. Dolayısıyla Amerika ve bir dizi bölge ülkesinin örgüte kazandırdığı “öngörülebilirlik” raporu, süreci örgüt açısından artık gereksiz hale getirmiştir. Nitekim örgüt cenahından periyodik aralıklarla yükselen böğürmeler, kendileri açısından sürecin artık bir zorunluluk olmaktan çıktığının göstergesidir.
2) “Süreç” denen tiyatronun ikinci perdesinde dillendirilen konu başlıkları, iki tarafın zihin kodlarıyla birlikte düşünüldüğünde “Vazgeçin artık şu tiyatrodan” demeyi gerektirir. Nasıl mı?
Devlet/hükümet, inanmadığı halde PKK’nin silahsızlandırılmasını ve Öcalan’ın “silahlara veda hutbesi” vermesini ciddiymiş gibi dillendirmektedir. Bunun yanında PKK’nin de inanmadığı halde devletin kendisine “Özerklik” bahşedeceğini dillendirmektedir. Burada silahsızlanmayı PKK’nin zihin kodlarıyla; Özerkliği de devletin zihin kodlarıyla şöyle bir değerlendirin; Hangisine “Amin” diyebileceksiniz?! Hiç birisine… Neticede tiyatronun ikinci perdesindeki ana konu başlıkları “silahsızlanma ve özerklik” olmuş durumda. Açıkçası PKK’nin silahsızlanmasına ne devlet inanıyor ne de hiç kimse. Aynı şekilde devletin PKK’ye özerklik vereceğine de ne PKK ne de hiç kimse inanmıyor. O halde bu tiyatro niye? Ya da “Kral çıplak” dememek için elde hangi veri kalıyor?
Netice itibariyle tiyatronun ikinci ve belki de son perdesi gerçekleşmeyecek bu iki konu başlığı sonucunda yeniden kilitlenecek. Kilitlenme için taraflar kendileri açısından bölgesel keşmekeşlik noktasında “öngörülebilirlik” raporu oluştururlarsa zaten “Kral çıplak” demek için iki taraf da başka saiklere sarılma gereği duymayacaklardır. Ancak 6-8 Ekim olaylarında olduğu gibi taraflardan sadece biri keşmekeşliği “öngörülebilir” olarak değerlendirmeyi yeterli görürlerse, ki örgüt bunu yapıyor, bu durumda yeni provokasyon denemelerine yönelmek kaçınılmaz olacaktır.
Şimdilik Amerikan gazıyla şahlanan PKK, ilk büyük hamlesini 6-8 Ekim tarihlerinde özellikle Coni ajandasını da ön plana alarak bölgenin İslami dinamiklerine karşı yaparak hem İslami dinamizmi kendince törpülemeyi hem de İslami dinamiklerin vereceği muhtemel reaksiyon üzerinden süreci bitirmeyi hedeflemiştir. Bu kalkışmada PKK her ne kadar amacına ulaşmamışsa bile bundan sonra da özellikle İslami kesime karşı bu tür kalkışmalarda bulunmayacağının hiçbir garantisi bulunmamaktadır.
Devlet ise, şimdilik 6-8 Ekim vahşet tablosu üzerinden İslami kesimin yaşadığı bir takım acılara, elini güçlendirme vesilesi kılmak adına sözden öteye geçmeyen yapmacık bir reaksiyon göstermiş olsa da gerektiğinde vahşet tablolarının oluşmasına yardım yataklık yapabileceği gibi doğrudan kendisi de farklı tonlar taşısa da benzer yöntemlere başvurabilecektir.
Bu nedenle “Süreç tiyatrosuna” karşı her daim dikkatli olmak, savunma mekanizmasını daha fazla öncelemek, gerektiğinde aktif savunmanın tüm gereklerini yerine getirmek, İslami kesim için her zamankinden daha fazla önem arz eder hale gelmiştir.
Çünkü süreç adına yürütülen tüm manevralar yalanlar üzerine dönmektedir ve “Kral tamamen çırılçıplaktır!”