Müzakere ve çözüm sürecinde ciddi bir tıkanıklık yaşanıyor.
Hükümet cephesinin insani hakları PKK-HDP tarafının tutumuna bağlamasının anlaşılır ve kabul edilebilir bir tarafı yok. Bu tavır sadece halk nezdinde PKK-HDP tarafının elini güçlendirir ve “Tek temsilci” konumunun pekişmesine neden olur.
PKK-HDP tarafı ise halen meselenin geldiği noktanın farkında değil ve prestij kazanma mücadelesine devam ediyor. 6-8 Ekim vahşetinde büyük paya sahip olduklarını göz ardı edip hiçbir şey olmamış gibi davranıyorlar. Hükümetin tutumunu tümüyle politik ve siyasi rant amacıyla yapılmış sanıyor. Elbette işin o boyutu da var ama sadece onunla sınırlı değil.
Kamu düzenini sağlayamayan devletin halk nezdinde kendi varlığının sorgulanacağını, bu zafiyet görüntüsüne ise hiçbir devletin tahammül edemeyeceğini anlayamıyor. Tüm enformatik araçların çalışmasına, tahribat ve vandallığın halka duyurulmasına rağmen devletin süreci zarara uğratmamak için “demokratik özerklik kalkışmasına” hoşgörüyle bakmasını bekliyor.
Gerçekten de anlamak zor.
A. Tuğluk’un, S. S. Önder’in, C. Bayık’ın sözlerini sindirebilecek bir devlet görevlisinin olması zor. Tahribat, yıkım ve vahşet görüntülerinin halkta meydana getirdiği algı karşısında hükümetin bir şeyler yapmak zorunda olduğunu anlamak için müneccim olmaya gerek yok.
Hükümet bu kez işi sıkı tutmak istiyor.
Müzakerelerin dondurulması atılan ilk adım olarak ortaya çıktı.
Bu süreçte PKK’nin silahlı güçlerinin dışarı çıkması istenecek ve beklenecek. Silahlı güçlerin varlığı hükümet açısından kamu düzeninin tesisini imkânsız kılacak bir durum. Seçim süreçlerinde de silahlı güçlerin varlığının haksız rekabete neden olduğu ortada. Buna karşı yapılacak her hamlenin (hizmet ve tesis anlamında) boşa gideceği artık anlaşılmış durumda. Silahın olduğu yerde seçim vaatlerinin ve hizmet eksenli çalışmanın bir anlamı yok.
PKK-HDP çevresi Amerika ve Avrupa desteğinin verdiği sarhoşlukla 6-8 Ekim vahşetinden dolayı özür dilemeyi bile aklından geçirmedi. Bu desteğin hükümet üzerinde de etkili olacağını düşünmeleri ve ondan dolayı tahrik edici bir dil kullanmaları siyasi olarak basiretsizlik örneklerinden sayılabilir. Hükümette tek söz sahibinin Erdoğan olduğunu bilen ve Erdoğan’ın “Kasımpaşalı”lığının sonuçlarını az-çok tahmin edebilen birinin daha itidalli ve sakin bir dil kullanması gerekirdi; ama bunu idrak edemediler.
Diyarbakır’daki insanlık dışı vahşeti kınamayarak dolaylı olarak benimsediklerini gösterdiler.
Şiddet ve tahribatı, hırsızlık ve yağmayı “öfke patlaması” olarak yansıtıp normalleştirme yoluna gittiler.
Hükümet bu işin bu şekilde devam edemeyeceğini gördü ve bazı şartlar ileri sürdü.
PKK-HDP, ne kadar zor durumda olduğunu göz ardı edip “Kimsenin kendilerini dizayn edemeyeceğini” iddia etti. “Heyetleri bile biz belirleriz, kimse karışamaz” dediler.
Hükümet şimdilik “Bekle, gör” politikası yürütüyor.
Küçük çaplı olaylar hükümetle savaş halindeki kimi medya organlarında köpürtülüp olduğundan büyük gösteriliyor ve buna karşılık PKK-HDP cephesinden bir tepki yok. Müzakereler devam etsin, şeklinde barışçı bir dil kullandıklarında bile aba altında sopa göstererek tehdit etmekten geri durmuyorlar.
İmralı heyetinin basın açıklamasında aynen şu ifadeler kullanıldı: “Tarihi bir gerçekliktir ki, bir ülkede demokratik haklar tehdit altındaysa ortada ne kamu kalır ne de düzen.”
Bu hükümete “Yaptığımız tahribatı unutun ve bir daha yaptığımızda da tepki göstermeyin”in siyasi dildeki ifadesidir.
Bu tutumlar zaman kaybına ve sürecin uzamasına neden oluyor.
Sürecin uzamasından ne Kandil ne de HDP şikâyetçidir ama İmralı son derece rahatsızdır. İmralı’nın rahatsızlığı olaya müdahale etmesini beraberinde getirecektir ki hükümetin de istediği budur.
Olaylar çok hızlı gelişiyor ve ihtimaller çeşitli ama hâlihazırdaki duruma baktığımızda HDP içinde “şahin görünümlü” bazı kimselerin tasfiye olması ve daha yumuşak dile sahip kimselerin ortaya çıkması çok şaşırtıcı olmayacaktır.
Buna ister dizayn deyin ister başka bir şey ama bu gelişmelere hazır olun.