Aralık sayımızda öne çıkan olayların en önemlileri Suriye, Gazze ve ölüm oruçları demiştik. Bu sayımızda da bu konulara yönelik düşüncelerimizi ifade etmeye devam edeceğiz.
Değişen bir şey yok gerçi. Suriye’deki savaş derinleşerek devam ediyor. Farklı olarak sınırlarımıza yakın bölgelere, sözde bizi malum düşmanlardan (!) korumak üzere Patriot bataryaları konuşlandırılıyor. Tartışılan konu, bu Patriot’ların kumandası kimin elinde olacak. Türkiye yetkililerinin mi? Yoksa NATO üyesi olan yabancı ülkelerin yetkisinde mi? Haydi hayırlısı! Suriye üzerine senaryolar çokluk arz ediyor. Sömürgeci ülkeler öncelikle kendi menfaatlerini, ikinci olarak İsrail’in güvenliğini garantilediklerinde bu savaş bitsin diyecekler. Suriye halkının bu kış günlerindeki mağduriyetleri onları pek ilgilendirmiyor. İş yine Müslümanlara düşüyor. Cemaatlerimiz, vakıflarımız ve bütün yardım kuruluşlarımız seferber olmuş, kardeşlerinin yaralarına merhem olmak, acılarını paylaşmak, onları soğukta korumak için soba ve battaniye, açlıklarını gidermek için ise, un ve kuru gıda ulaştırmak için yardım kampanyaları düzenliyorlar.
Bizim duamız odur ki Allah’ın iradesinin bir an önce tecelli etmesi ve zalimlerin tüm hesaplarını bozarak yerle yekzan etmesidir. Müslümanlar, Kuran’daki ifadesiyle, “Allah Resulü ve arkadaşları” gibi “meta” dedikleri zaman, Allah: ‘Ela inne nasrallahi garip’ diyerek hemen cevap vermesi ve ilahi yardımın tecelli etmesidir.
Bu nasıl tecelli edecektir biz onu bilemeyiz, bizim Allah’a imanımız sonsuzdur. Anlaşılması gereken şudur ki, Müslümanların Allah’tan ve Müslümanlardan başka dostu yoktur.
Gazze’ye gelince: 8 gün süren İsrail’le savaşı sonucu, Gazze yine yaralarını sarmaya çalışıyor. İsrail vuruyor, İslam dünyası yaraları sarıyor. Tam bir paradoks yaşıyoruz. Saldırgan ülke İsrail, savaş tazminatı ödeme işini ise birileri Müslüman dünyaya ödetiyor. Yaman bir çelişki. Bu çelişkiyi düzeltmeye gelince; iş, yine bize fatura ediliyor. Bizim yardım kuruluşlarımız seferber oluyor, kardeşlerimizin yaralarını sarmak için; yardım kampanyaları düzenlemek ve yardımları kavuşturmak için tam bir seferberlik. ABD ise yine birinci derecede İsrail’e yardım etmeye devam ediyor.
Diğer bir konu ise açlık grevi ve ölüm oruçlarıydı. Bu konuyla ilgili görsel medya, yazılı basın ve sosyal medyada, hayli şeyler söylendi ve yazıldı. Bütün siyasal ve sosyal taraflar kendi anlayışlarının gereği olarak olaya yaklaştılar. Müslüman aydın, düşünür ve kanaat sahipleri de genel olarak düşüncelerini ifade ettiler. Biz de sorumluluğumuzun gereği olarak bu konudaki düşüncelerimizi ifade edeceğiz.
Olayın kendisinin bir tanımlanmasının yapılması gerekir. Sözlük anlamıyla, açlık grevi, katılımcılarının politik protesto davranışları olarak ya da diğerlerinde suçluluk duygusu yaratmak için genellikle bir yasanın değişmesi gibi belirli özel amaçlarda başarılı olmak için geliştirilmiş şiddet içermeyen bir direniş yöntemidir. Herhangi bir tutum, davranış, uygulama veya olayı benimsemediğini göstermek ya da bazı isteklerini yetkili kişi veya makamlara kabul ettirmek için su, tuz ve şeker dışında vücudun ihtiyaç duyduğu besin maddelerini almayarak aç kalma esasına dayanan bir protesto yöntemidir. Yemek yememe grevidir. 1991 tarihli Malta Bildirgesi’nde açlık grevi, “zihinsel olarak ehliyetli ve kendi iradesiyle açlık grevine karar vermiş kimsenin belirli bir zaman için yiyecek ve/veya sıvı almayı reddetmesi” şeklinde tanımlanmıştır.
Bir siyaset aracı olarak kullanılan ölüm orucu, tarz ve uygulama olarak bizim tarihimizde rastlanmayan bir yöntem. Müslümanlar değişik imtihanlarla karşılaşmışlardır. Kuran’ın ifadesiyle “ Andolsun, biz sizi biraz korku, açlık ve bir parça mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele.” Müminin hayatı imtihandır. Bu imtihan bazen doğal afetlerle oluyor, bazen kâfirleri Müslümanlara musallat ediyor, bazen de Müslümanları Müslümanlarla imtihan ediyor. Bugünkü şekliyle uygulanır olan ölüm oruçlarına gelince: Fikirlerine itibar ettiğimiz bir düşünürümüzün tespitlerini sizinle paylaşmak istiyorum. “İslam inancı açısından ölüme yatmak üzere “oruç” tutulmaz. Oruç bir ibadettir, farzı ve nafileleri vardır. Hz. Meryem ve Hz. Zekeriya’ya “susma orucu” emredilmişse de, orucun bu çeşidi de ilahi bir emri yerine getirmektir.
Hz. Davud’un gün aşırı oruç tuttuğu bildirilir (siyam-ı Davud), fakat “savm-ı dehr” yani süresiz/kesintisiz oruç bizim dinimizde yasaklanmıştır. Bünyenin sağlığını tehdit eden ibadet de makbul değildir. Nitekim geçerli sağlık sebepleriyle oruç tutamayacak olanlar fidye öder, oruç tutmaz. Modern zamanlarda İslam dünyasına dışarıdan iki mücadele biçimi ithal edildi. Biri “intihar eylemleri” diğeri “ölüm orucu”. İntihar eylemlerinin kaynağı Sri Lanka’da yıllar yılı bağımsızlık mücadelesi veren Tamil Gerillaları’ydı. 1987’de başlayan intifadadan sonra bazı Müslüman âlimler benzer şekilde intihar(istişhadi) eylemleri düzenleyerek düşmana ağır zayiat verilebileceği yönünde fetvalar verdiler. Fakat bu fetvalar Müslümanların genelinde kabul görmedi, zira ilk adımı ölüm olan intihar yöntemi son derece kuşkulu bulundu. Kişisel kanaatim de bu yönde. Savaşa veya kıtal manasındaki cihada ölmek üzere değil, düşmanı yenmek üzere girilir, canı korumak esastır, ancak meşru bir savaşta hayatını kaybeden şehit olur.
Bu konuyla doğrudan bir yakınlığı olmasa da Müslümanların ve İslam davetinin ilk yıllarında karşılaştıkları bir boykot var. Olayı hatırlayacak olursak: “Mekke’nin azgın müşrikleri tüm işkence yöntemlerini müminlere uyguladıktan sonra Şib’i Ebi Talib denilen bölgede bu defa ambargo uyguluyorlar, tam 3 yıl sürüyor... Alış-veriş yok... Evlenmek yok… Sosyal ilişkiler donduruluyor... Açlık, sefalet, mahrumiyet diz boyu...
Bu zulüm öyle bir raddeye varıyor ki, müşriklerden insaf ehli Hişam b. Amr harekete geçiyor, vicdanları yokluyor, merhamet damarı kurumamış olan Züheyr b. Ebi Umeyye, Mutim b. Adiyy, Ebul Bahteri b. Hişam, Adiyy b.Kays ve Zem’a b. Esved’i ikna ediyor ve boykotu deliyorlar...
Bu alıntılardan sonra, açlık grevleri ve ölüm oruçlarının dünyada ve ülkemizde hangi dönemlerde, hangi ideolojik ve siyasi çevrelerce kullanıldığının kısa bir tarihine bakalım:
Tarihçe olarak ölüm orucu, 1889’da Çarlık Rusya’sında, sonra da yüzyılın başında İngiltere’de oy hakkı isteyen kadınların cezaevinde greve başlamasıyla yaygınlaşan bir protesto şeklidir. Yine bunu etkili bir şekilde bir siyaset aracı olarak kullanan Mahatma Gandhi olmuştur. Gandhi, donanımlı İngilizlere karşı askerî güçle karşı koymanın mümkün olmadığına kanaat getirince, batılı kıyafetlerini çıkarıp Hind fukarası kimliğine büründü ve öylesine etkili bir mücadele tarzı geliştirdi ki, İngilizler sonunda pes etmek zorunda kaldı. Herkese çıkrık kullanmalarını, kadim Hind çilecileri gibi yaşamalarını önerdi. İngilizler çıkrıkla kumaş dokumasınlar diye 40 bin Hindli ustanın ellerini bileklerinden kestiler, ama engel olamadılar. Ölüm orucu Hind’e özgü yöntemlerden biriydi. Hiç kuşkusuz Gandhi’nin amacı ölmek değildi, onun hayatı da İngilizlerin umurunda değildi. Ancak Gandhi, milyonları harekete geçirebiliyordu ve her seferinde ona hayli kalabalık bir kitle katılıyordu. Hind Müslümanları ölüm orucuna yatmadılar, karşı da çıkmadılar, bazen sembolik olarak eşlik etmekle yetindiler.
Türkiye’de ki açlık grevleri ve ölüm oruçlarına gelince, Nazım Hikmet’lerle başlayıp ve çeşitli açlık grevi eylemleri yapılmış olsa da, Türkiye’de ilk ciddi, kitlesel ve adı konulmuş ölüm orucu direnişi yine PKK’lılar tarafından Diyarbakır hapishanesinde başlatıldı. Hapishanede bugün de hemen herkesçe mâlum olan vahşi şartları protesto için 14 Temmuz 1982 tarihinde başlatılan açlık grevi ölüm orucuna dönüştü. 9 Eylül günü Kemal Pir, 12 Eylül’de M. Hayri Durmuş, 15 Eylül’de Akif Yılmaz ve 17 Eylül’de Ali Çiçek yaşamlarını yitirdiler.
PKK’lı tutuklular Diyarbakır hapishanesinde 1984’te bir ölüm orucu eylemi daha gerçekleştirdiler. Bu eylemde de Mart ayı içinde Cemal Arat ve Orhan Keskin öldüler. Ortaya konulan bu eylemler, yalnızca ölümleri değil, sağ kalan onlarca insanın da ömürleri boyunca kurtulamayacakları fiziksel ve ruhsal sakatlıklar ve hastalıkları da beraberinde getirdi. Ayrıca eylemler boyunca pek çok protesto amaçlı kendini yakma eylemleri de yaşanmıştı.
Muhataba karşı “sert” bir saldırı eylemi olan ölüm oruçları yarattığı ölüm dalgasıyla izleyenlerin zihinlerinde de daha önce tecrübe edilmemiş aynı şekilde sert bir psikolojik etki gerçekleştiriyordu.’
1988 yılında bir ölüm orucu eylemi daha Diyarbakır’da örgütlenecek ve bu eylemde de Mehmet Emin Yavuz yaşamını yitirecekti
‘80’li yılların sonuna doğru dönemin adalet bakanı olan Mehmet Topaç, tek tip elbiseden ve mahkûmların “tabutluk” olarak adlandırdığı cezaevlerinden vazgeçildiğini söylese de, “tabutluklar” tekrar gündeme gelecek, ülke yıllar sonra kitlesel bir ölüm orucu eylemiyle daha sarsılacaktı.
Tabutluk tipi cezaevlerinin Refah-Yol hükümetinden o zamanın adalet bakanı Mehmet Ağar’ın “Mayıs Genelgesi”nden sonra tekrar gündeme getirilmesiyle, o güne kadarki en büyük ölüm orucu eylemi hapishanelerde başlamış oldu (355 ölüm orucu ve 2174 açlık grevi eylemcisi vardı). DHKP-C, TKP(ML), TİKB (1), TKP/ML, MLKP, Ekim, TKEP/L,THKP/C HDÖ, Direniş Hareketi ve TDP davası tutsakları (Cezaevleri Merkez Koordinasyonu) eylemi örgütlemişlerdi.
Bu yüksek katılımlı ve ülke gündeminde de yoğun ses getirmiş olan eylem, 12 sol görüşlü eylemcinin ölmesiyle istifa eden Ağar yerine gelen Şevket Kazan’ın 69. Günde taleplerin kabul edildiğini ilân etmesi üzerine sona erdirildi.
Ancak “talepler kabul edildi” denilmesiyle hapishanelerde yaşanan geçici rahatlama uzun sürmedi. 96 ölüm orucu direnişinin hem öncesinde, hem de sonrasında yaşanan hapishane baskınları (Diyarbakır, Buca, Ümraniye, Ulucanlar) yaklaşan büyük ölümlerin habercisiydi.
F tipi cezaevlerinin gündeme gelmesiyle -dönemin başbakanı Ecevit, “cezaevlerindeki sorunları halletmeden, Avrupa Birliği’ne giremeyiz, ilerleme kaydedemeyiz” diyordu (!) 20 Ekim 2000 günü DHKP-C, TKP(ML) ve TKİP tutuklularınca açlık grevine başlanıldığı ilân edildi. Bir ay sonra ölüm orucuna dönüşen eyleme kısa sürede birçok örgüt katıldı ve eylem daha da kitleselleşip yayıldı.
Yüzlerce tutuklunun sürdürdüğü eylem, başta hükümetçe görmezden gelinse de zaman içinde eylemin yarattığı baskıyla devlet, tıpkı 96 ölüm orucunda olduğu gibi aydınlar ve bazı milletvekilleri kanalıyla DHKP-C ve TKP(ML)’nin temsilcileriyle görüşmeye başladı.
19 Aralık 2000 gecesi resmî adı Hayata Dönüş, gerçek adı Tufan olan ve Türkiye’nin Kıbrıs harekâtından sonra gerçekleştirdiği en büyük askerî operasyonla cezaevleri yakıldı, yıkıldı. Devlet, yaşamı kendine emanet olan 28 sol tutukluyu öldürdü.
Ancak, 28 Mayıs 2002 günü DHKP-C dışındaki tüm örgütler ölüm orucunu bıraktıklarını bir bildiriyle açıkladılar.
Uzun süre sol medyada dahi neredeyse görmezden gelinen eylem, avukat Behiç Aşçı’nın ölüm orucuna başlamasıyla tekrar ülke gündemine taşınmış oldu. Aşçı eyleminin 294. günündeyken -2000 ölüm orucunda B1 vitamini alındığı için eylemler uzun sürebiliyordu- devlet tutsakların ortak havalandırmaya çıkma gibi haklarını kabul edince 3 DHKP-C’li, ölüm orucuna süresiz ara verdiğini açıkladı.
Kısaca Türkiye’de yaşanan açlık ve ölüm oruçlarının hikâyesini anlatmış olduk. Bu son yaşanan olaylara ve Müslümanların bu olaylara bakışına gelince:
12 Eylül günü PKK’li ve PJAK’li mahkûmların başlattıkları açlık grevleri ölüm oruçları, önceleri belli cezaevlerinde ve sınırlı sayıda tutuklunun katılımıyla başlayan eylem zaman uzadıkça onlarca cezaevine ve yaklaşık 615 mahkûmun katıldığı bir eyleme dönüştü. Bu tutuklular eylemlerinin amacını şu şekilde ifade ediyorlardı: Öcalan’ın sağlık, güvenlik ve özgürlük koşulları iyileştirilmeli. Anadilde savunma ve eğitim hakkı tanınmalı. Bu şartları öne sürerlerken bazı gözlemciler ise “Öcalan’a uygulanan tecridin kalkması” ve “anadilde savunma hakkının tanınması”nın açlık grevlerinin son bulması için yeterli olabileceğini söylüyorlardı ve öyle oldu.
Bizim yaklaşımımıza gelince: Bu sorunun ana kaynağı muhakkak ki biz değiliz. Sorunun kaynağı Kemalist sistem ve ulus devlet anlayışıdır. Bölgesel bir soruna dönüşen Kürt sorunu derinleşerek devam ediyor. Küresel ve bölgesel güçlerin müdahalesiyle gün geçtikçe dahada azmanlaşan sorun, acil çözüm istiyor. Sorunun çözümüne katkı bâbından her siyasal ve sosyal çevreye sorumluluk düşüyor. Müslümanlar adil şahitler olarak, bütün hak ihlallerinin karşısında mazlum ve mağdurların yanında olacaklardır. Bu akidelerinin gereğidir. Bu makûs tarihi değiştirmek gibi bir iddiamız varsa ki olması lazım, o halde ümmetin bir parçası olan bu coğrafyanın insanları olarak misyonumuzun ve sorumluluğumuzun şuurunda olmalıyız. Bu ifadelerden sonra, bu eylemleri ortaya koyan siyasal çevreyle ki herhangi bir ideolojik yakınlığımız olmamasına ve eylem tarzını tasvip etmememize rağmen, bu zalim sistemin kendisinden kaynaklanan bir sorun olduğu için olayı görmemezlikten gelemeyiz.
Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Hişam b. Amr vicdanın gereği boykot kırılıncaya kadar nasıl oturmadıysa ki nitekim boykot kırılıncaya kadar oturmadılar... Biz de yeryüzünde zulüm yok oluncaya kadar oturmayacağız ve şahitliğimizi sürdüreceğiz.
Hür Dava Partsi (Hüda Par)
Türkiye siyasi tarihine yeni bir parti eklendi. Hür Dava Partisi, kısa adıyla (Hüda Par) Kürtçe söylemiyle (Partiya Hüda) yani Allah’ın partisi; oldukça iddialı bir isim, haydi hayırlısı. Kurucular arasında M. Bahattin Temel, Hüseyin Yılmaz, Zekeriya Yapıcıoğlu, Adussamet Yalçın, İsa Aydın, Mehdi Oğuz, Said Şahin ve 8’i kadın olmak üzere 45 kişiden müteşekkil bir kurucular kurulu.
Partiye dair görüşümüzü ki bu parti Türkiye siyasi tarihinde nereye oturuyor, dayandığı sosyolojik taban, Türkiye ve Kürt sorununa yönelik çözümlemeleri, dünya siyaseti ve İslam Dünyası’na bakışları, bölge Müslümanları açısından kabullenilirlikleri ve diğer ideolojik grupların yaklaşımları gibi konular ise inşallah bir sonraki sayıya…(Davut Güler-Özgün İrade Dergisi)