Irak’ın aksine Suriye her zaman Batı için “kaybedilmiş toprak” olarak kaldı. Suriye’ye yerleşen bir Batı’yı çıkarmak, israil’i Kudüs’ten çıkarmak kadar zor olabilir.
Coğrafya ve tarih, olaylara birbirinden farklı nitelikler verir. Batı, bazı toplumları, tarihleri için yargılıyor, tarihleri için huzursuz eder. Bazı toplumlar da sadece belli bir coğrafyada yer aldıkları için Batı’nın oyunlarına, saldırılarına, dışlanmalarına, yok sayılmalarına konu olur.
Suriye ve Irak, İslam’ın kalbi olan Arap Yarımada’sının dışarıya açılan iki kapısıdır. Şam’ın doğal ve tarihi sınırlarının Lübnan ve Filistin’i de içine aldığı düşünülürse dünya Müslümanlarının neredeyse tamamı, bu iki coğrafya üzerinden Mekke ve Medine’ye ulaşıyor.
Bu iki kapının sorunlu olduğu dönemlerde İslam dünyasının büyük bölümü, Hac vazifesini yerine getirmemiş. Bu da o sorunlu süreçlerde dünya Müslümanları arasındaki bağın kopmasına yol açmıştır.
Uluslararası güçler, bu gerçeği biliyorlar. Ama Şam ve Irak’ın İslam tarihinde başka bir yeri de var.
Tarihi boyunca sıkı bir devlet yapısına sahip olan Şam, Medine İslam devletine karşı ilk kalkışmanın Medine İslam devletinden ilk ayrılığın yaşandığı coğrafyadır.
Hz. Ali (r.a)’nin İslam başkentini Küfe’ye taşıması ile Şam’ın ayrılıkçı tavrı İslam tarihinde özellikle Batılı tarihçilerin Şam – Irak karşıtlığı dediği süreci doğurdu. Batılı tarihçiler, Sıffin Savaşı’nı İslam tarihinde Şam – Irak savaşı olarak görüyorlar.
Sıffin gerçeği, elbette bundan farklıdır. Nitekim Üstad Bediüzzaman, bu savaşı İslam hilafeti ile ona karşı isyan edenlerin krallık talebi arasındaki bir savaş olarak görüyor.
Batılı tarihçilerin konuyu coğrafyalara indirgemeleri, Batılıların kendi ülkelerinde olduğu gibi İslam topraklarında da coğrafik ihtilaflar üretme eğiliminden kaynaklanıyor.
Batılılar, kendi lehlerinde sosyal bir varsayım ürettiklerinde onu kanıtlayacak veri bulamazlarsa, onu kanıtlamış gibi gösterene malzeme uydururlar ya da eldeki malzemeyi saptırırlar.
İslam tarihinde Şam – Irak sorunu çatışan coğrafyalar sorunu değildir. Ancak bu iki coğrafyada kurulan düzenler arasında yaşanan çatışmalar, batılıların burada coğrafik çatışmalar uydurma ve üretme heveslerini kat kat arttırmıştır.
ŞAM VE IRAK İKİ KANAT GİBİDİR
İslam dünyasının bir düzen tutturması, ancak bu iki coğrafyanın birlikte selamette olmasıyla mümkündür. İslam dünyasında hâkimiyet kuran veya kurmak isteyen, İslami ve ya gayri İslami her güç, bu gerçeği görerek hareket etmiştir.
Hz Ali (r.a), Şam engeline takıldığı için, Bizans fetihlerini sürdüremedi; İslam dünyasındaki hareketli enerjiyi Şam engeli yüzünden dışarıya sevk edemedi; o hareketli enerjinin içeriye hapsolmasından dolayı ihtilafların önünü alamadı.
Hz Hasan (r.a)’ın kısa hilafetinden sonra İslam dünyasını ele geçiren Emevi hanedanı; Şam’ın devlet geleneği üzerinden güçlendi, hâkimiyet alanını genişletti. Ama Irak’a hiçbir zaman tam hâkim olamadığı için saltanatı, bir yüzyılda tıkalı kaldı.
Emevileri yıkan Abbasiler, Bağdat’ı mesken edindi. Şam’ı denetim altına alarak büyüdü. Ancak bu güzide yurdu, Bizans’a karşı hakkıyla koruyamadığı için itibar kaybına uğradı, iç ihtilaflar içinde boğuldu.
Mısır’ı mesken edinen Fatımiler, Şam ve Hicaz’ı denetim altına aldı. Bağdat’ı ele geçirmediği için İslam dünyasının hakimi olamadı.
Selahaddin-i Eyyubi Hazretleri, Şam’ı Kudüs için karargâh edindi; Kudüs’ü ancak Bağdat’ın gönlünü hoş tutarak fethedebildi. Irak, onun için o kadar önemliydi ki Musul sorununu çözmeden bütün eleştirilere rağmen Kudüs harekâtını başlatmadı.
Moğollar, Bağdat’ı yağmalayıp yıktıysa da Şam’ı tam ele geçiremediği için İslam dünyasını teslim alamadı.
Eyyubi mirasını devralan Memlukler, hilafeti aldılarsa da Irak’ı alamadıkları için devletlerden bir devlet olarak kaldı.
Osmanlılar, Şam ve Bağdat’a hâkim olabildikleri için İslam dünyasına uzun süre hakim olabildi.
Osmanlı için Doğuda’ki en büyük tehdit, Bağdat’ı ele geçirme hevesinden hiç vazgeçemeyen Safeviler oldu. Osmanlı, Bağdat konusunda kendisini rahat hissetmediğinden Batı’daki fetihlerini aksattı.
Eğer Şam’ı istikrarlı bir şekilde elde tutan Osmanlı, İngilizlerin Irak üzerindeki erken emellerini görüp tedbir alabilseydi, tehlikeye giren bir Irak’ın onun Şam ve İstanbul tahtını da sarsacağını fark edip tehdidi bertaraf edebilseydi Sky – Pcot oyunlarını bertaraf edebilirdi.
Netice itibariyle İslam dünyasındaki yönetimlerin Şam – Irak hâkimiyeti karşımıza şöyle bir tablo çıkarıyor:
1. Ya ikisine birlikte hâkim olmuşlar. (Hz. Ömer (r.a) Hz Osman (r.a) dönemleri ve Osmanlı)
2. Ya birini merkez edinip diğerini güçle veya gönlünü hoş tutarak kontrol altında tutmuşlar. (Emeviler, Abbasiler, Eyyubiler)
3. Ya birine hâkim olurken diğerinden yoksun kalmışlar.
Her ikisine birlikte hâkim olanlar, iki kanadı sağlam bir kartal gibi oldular, düşmanın tepesine indiler.
Birine hakim olup diğerini kontrol edebilenler ilerleme sağladılarsa da ya hakimiyet olanı ya da iktidar süresi açısından sınırlı kaldılar.
İkisinden sadece birine hakim olup diğerini karşılarında bulanlar, problemler içinde kaldılar.
BATILILAR IRAK VE SURİYE’Yİ BİR ARADA İSTEMİYOR
I. Dünya Savaşı’nın ardından İngilizler, hem Irak’ı hem Şam’ı ele geçirdi. Bu iki coğrafyaya birlikte sahip olmak, İslam dünyasına hakim olmak, dolayısıyla dünyaya hakim olmak anlamına geliyordu. Batı, kendi içinde parçalıydı. Fransızlar, İngilizlerin tek başına dünya hâkimiyetine razı olamazdılar; İngilizler, Suriye’yi onlara bırakmak zorunda kaldılar. Bu, Irak ve Şam’a iki farklı tarih oluşturma eğilimine de uygundu.
II. dünya Savaşından sonra Irak, Amerika – İngiltere’nin etki alanına bırakıldı. Ancak (belki tam bir anlaşma sağlanmadığından) Amerika – İngiliz etkisindeki Irak, Rusya’nın kültür ve çıkarlarına açık kalırken Rusya’nın etki alanındaki Suriye de Fransa’nın kültür ve çıkarlarına hep açık kaldı.
MİŞEL EVLATLARI DÖNEMİ
Mişel Eflak’tan önce hem Suriye hem Irak, Sünni kökenli Batı uzantılarının elindeydi. (onlar elbette Ehli-i Sünnet’ten uzaktı ancak kabile kültürlü toplumlarda kökenin bağ oluşturma gücü inkâr edilemez.)
1960’lı yıllarda Suriye ve Mısır, birleşik bir Arap Cumhuriyetine dönüşmek istediklerinde Irak’ın da onlara katılma olasılığı doğdu. Ancak Batı, yapay da olsa buna razı olamazdı. (Belki de bunun olmazlığını ispat için böyle bir proje geliştirmişlerdi.)
Bu sürecin hemen ardından önce Suriye, sonra Irak, Mişel Eflak’ın adamlarına teslim edildi. Mişel Eflak, Hristiyan, sosyalist ve sözde Arap Milliyetçisiydi.
Normalde onun sosyalist evrenselliğinin ve Arap milliyetçiliğinin zorunlu olarak (yanlış yolda da olsa) işbirliği içinde bir Irak ve Suriye doğurması beklenirdi. Ama iki düşman çıktı. Mişel, iki düşman kardeş yetiştirdi, o günden bugüne İslam dünyasını bir handikaba sürükledi.
Irak’ın çoğunluğu Şii’dir, İngilizler, I. Dünya savaşında Osmanlı’yı destekleyen Şii ve Kürtleri dışlayarak yönetimi sadece Suni Araplara bıraktılar. Onları da 60’lı yıllardan itibaren Mişel’in Baasçıları eliyle zalimce dizayn ettiler. (Nice Arap Ehl-i Sünnet alimi, Saddam’ın zindanlarında Şii ve Kürtlerle yan yana can verdi.)
Suriye’nin ezici çoğunluğu Sunni’dir. Mişel’den sonra yönetim Nusayri azınlığa verildi. Kürtler ve Sünni Araplar, Mişel’in talebesi Esad’ın zulmüne terk edildi.
Mişel, bu göreviyle Batı’nın iki bölme aracına süreklilik kazandırdı. Neydi bu araçlar? Milliyetçilik ve mezhep taassupçuluğu.
Suriye ve Irak’taki sosyalist Batıcı yönetimlerin tavrı Kürt – Arap düşmanlığı oluşturmaya yöneliktir. Çoğunluktaki Irak’ta sözde Sünni Saddam yönetimi; Sünni Suriye’de Nusayri Esad yönetimi kendiliğinden bir mezhep çatışması görüntüsü doğurdu. Ayrıca Irak ve Suriye tabir olarak iki farklı kutupta kaldı.
BATI İÇİN SURİYE VE IRAK AYNI DEĞİL
Irak, Büyük İskender’in kısa süreli yönetimi ve onun ardından Selevkosların yönetimi sayılmazsa Batı yönetimi görmedi. Irak Batıya uzak; Batı’nın Irakla duygusal bağı yok.
Modern Batı tarihinde ilk kez İngilizler, daha çok Hindistan’ın güvenlik ve ulaşımı için Irak’la ilgilendiler. 1763’te Doğu Hindistan Şirketi’nin bir şubesi Basra’ya kuruldu. Sonraki dönemlerde ancak 19. Yüzyılın sonlarında petrol için Irak’la ilgilendiler.
Irak onlar için nihayetinde bir enerji kaynağıdır Prof. Hasan Köni’nin bir yazıda belirttiği üzere Batılılar için enerji kaynaklarının bulunduğu veya boru hatlarının geçtiği ülkelerde yönetimin zayıf (kontrol edilebilir) olması yeterlidir.
Suriye için durum çok farklı. Suriye – Lübnan – Filistin hem coğrafya hem tarih olarak bir bütündür. Haçlılar, Kudüs’te tutunamamışlarsa bunda Mısır’ın yanında Şam’a hakim olamamalarının büyük etkisi vardır. (Kudüs bir kartalın başı; Mısır onun bir kanadı, Lübnan ve Şam ise onun gövdesi ve diğer kanadı gibidir.)
Yenidünya düzeninde İsrail’in güvenliği önemli bir kriterdir ve israil’in güvende olması ancak Lübnan ve Suriye’nin denetim altında olması ile mümkündür. Filistin mücadelesinde Irak’ın yeri tarih boyunca sıfır gibidir. Suriye ise her zaman Filistin mücadelesinin bir parçası olmuştur. Bu durum, Suriye’yi Amerika ve İsrail için çok önemli kılıyor.
Avrupa bakışında Suriye, Irak’ın aksine her zaman kaybedilmiş bir toprak olarak kaldı. Suriye, İslam’dan önce yüzyıllardır Roma ve Bizans’ın elindeydi. Suriye’nin özellikle sahil halkının bir bölümü, Arapça konuşsa da, Rum kökenlidir.
İslami dönemde, İslam dünyası hangi dönemde zayıf düşüp Batı güç kazanmışsa, Batı, Suriye sahillerine göz dikti. Suriye sahilleri, Batılı Hıristiyanların Müslümanlardan en erken geri aldıkları coğrafyadır. Bu geri alış Endülüs’ten bile öncedir. Önce Bizans, sonra Haçlılar, oldukça erken bir dönemde Suriye sahillerini işgal ettiler. (Irak’ta Hristiyan nüfus yok hükmündeyken Suriye’de bu yüzden, yüzde on dolaylarındadır.)
Suriye sahilleri yüzbinlerce haçlının Selahattin ve sahiller ile ilgili acı hatıraları var.
Suriye’yi ele geçirmek, Batı için tarihi bir özlemdir, bir ütopyadır.
Batı, modern çağda güç kazanır kazanmaz Suriye sahillerine geldi. Napolyon’un 1798 – 1802 seferlerinin oraya uzanması anlamsız değildir.
1920’de Şam’ı İngilizlerden devralan Fransız General Garo’nun Selahattin’in türbesine gidip Haçlı seferi şimdi bitti. Ey Selahattin, işte biz geldik! Demesi o tarihi özlemin bir yansımasıdır.
I.ve II. Dünya Savaşı bölünmelerini aşarak tek parça olmuş bir Batı, kontrol altındaki bir Irak’la yetinebilir; Suriye’de ise eliyle veya İsrail eliyle öz bir hakimiyet isteyecektir.
Esed, ortam hazırladı; Batı, Suriye’de savaşı ağır bir parçalanma oluşturacak şekilde uzattı, şimdi geçiş sürecinde kim yer alırsa alsın gelip Suriye’ye konmak isteyecektir.
Ve tek kutuplu bir dünyada Suriye’yi geri almak Kudüs’ü geri almak kadar zor olabilir.
Not: Bu konuyla ilgili daha ayrıntılı bilgi için 2011 Ağustos Ayı boyunca bu sayfada yayımlanan “Mişel’in Evlatları” yazı dizisini internet üzerinden okuyabilirsiniz.