Afrika’nın derinliklerinden Asya’nın uç noktalarına, Libya’dan Irak’a, Yemen’den Suriye’ye İslam dünyasının neredeyse tümünde iç çekişme, karmaşa ve çatışmalar yaşanmaktadır.
Bu çatışmaların temel nedeni, Birinci Dünya Savaşı sonrası dayatılan İngiliz menşeli tasarımın çatırdaması hatta çökmesiyle doğrudan ilgilidir. İngiliz düzeni çatırdarken oluşturulmak istenen yeni düzen, önce işgal konseptini beraberinde getirdi, ardından da İslam dünyasının iç dinamiklerini çarpıştırarak yol alma moduna dönüştü.
Bugün için karıştırılarak çatışma alanlarına, daha doğrusu iç çatışmalara dönüştürülen düzinelerce İslam ülkesi olmasına karşın gündemimiz önce Suriye’ye kilitlendi, şimdi ise Irak.
Mesela Libya’nın hali şu anda hiç de Suriye veya Irak’tan farklı olmamasına rağmen Suriye’nin çeyreği kadar bile gündemimize gelmedi. İşgalden sonra ikinci bir felakete sürüklenen Irak’ın Suriye gündemini geride bırakacağından da kuşkunuz olmasın.
Mesela Yemen’de yıllardır yaşanan iç çatışmalar nedense hiç gündem olmadı.
Mesela Bahreyn’de yaşananlar, üstelik fiili dış müdahaleye rağmen gündem sıralamasına bile girmeyi başaramadı.
Libya, Mısır, Somali, Yemen, Bahreyn, Mali, Orta Afrika, Pakistan, Afganistan ve hatta son dönemde Filistin kısa süreli geçişler dışında gündemimize gelmezken üç yıldır Suriye gündemimizden hiç düşmedi. Böyle devam ederse artık Irak gündemimizin kalıcı şampiyonu olarak başköşeye oturmuş olacaktır.
Altını çizmek istediğim bir başka husus daha var ki; Üç yıl boyunca hep Suriye’yi konuştuk değil mi? Allah aşkına içimizden kaç kişi Suriye’yi hakkıyla tanıyordu? Bırakın tanımayı neredeyse hepimiz Suriye’nin şehirlerinin birçoğunun ismini dahi bilmiyorduk ve birçok yer ismini ancak çatışmalarla beraber duymuş olduk. Suriye’de her şeyi, Alevi-Sünni ikilemi üzerinden gündemimize taşıyan dezenformasyon kırıntıları üzerinden tartışmadık mı?
Yine Irak’ın durumu öyle değil miydi? İşgal veya sonrasında yaşanan iç çatışmalarla isimleri gündemimize gelmeseydi Irak’ın bırakın siyasi-dini-etnik yapısını, coğrafi bilgisini, yerleşim birimlerinin birçoğunu içimizden kaç kişi biliyordu?
Bir Güney Amerika ülkesi hakkında bilgi sahibi olduğumuz kadar bile Suriye konusunda bilgi sahibi değildik, oysa silahların patlamasıyla beraber hepimiz aniden Suriye uzmanı kesildik. Irak’ta yaşanan Saddam dönemi ve sonrasında yaşanan işgal travmalarını zerre kadar hesaba katmadan bugün yine herkes “Irak uzmanı” kesilmiş durumda.
Suriye uzmanlığımız bize servis edilen dezenformasyonlarla şekillendi; Irak uzmanlığımız da aynı yöntemle şekilleniyor. Şimdi şunu soralım: Suriye’den de Irak’tan da beter olan bir çok İslam ülkesi olmasına karşın neden hep bu iki ülkedeki hadiselere angaje olduk veya edildik?
Belki kimileri bu iki ülkenin stratejik veya ekonomik yönlerine bunu hamledebilir. Doğruluk payı da yok değil. Ama diğer benzer durumdaki ülkelerin durumunu konuşurken ABD-israil ikilisini hedefe koyarken Irak ve Suriye’de Alevi/Şii-Sünni tartışmalarına angaje ediliyorsak, demek ki mesele sadece bu iki ülkenin stratejik konumlarından ibaret değildir. Şu anda mesela Libya’yı, Mısır’ı, Filistin’i konuşursak kimlerin hedefe konulacağı bellidir; ABD, AB, İsrail ve kimi uşakları.
Ama Suriye veya Irak’ı konuşursak iyi ya da kötü İslam dünyasının tüm dinamikleri karşılıklı olarak hedefe konuluyor. Kaldı ki tartışmalar daha da tehlikeli bir boyuta taşınarak “Mezhep İhtilafları” boyutuna indiriliyor.
Tartışma ve çekişmeler “Mezhepsel” boyuta taşındıktan sonra ise birçok kesim için hak, hukuk, adalet kavramları yerini siyasal holiganlığa bırakıyor. Bu durumda ya holigan olacaksın, ya da doğruyu söylemek adına aforoz olmayı göze alacaksın, başka da şansın kalmıyor.
Suriye üzerinden olup biten her şey “Mezhepsel” ayrışmaya dayandırılmak istendi. Burada belli bir mesafe aldılar ama istedikleri sonuca da ulaşamadılar. Bunun için Irak sahası herhalde daha uygun bir zemin oluşturuyor ki şu anda yaşanan her çatışma ısrarla “Mezhepler” üzerinden izah edilmeye çalışılıyor.
Irak’ta Şiilere her hâlükârda hayat hakkı tanımayan aktif bir tekfirci damar var. Hatta bu tekfirci damar sadece Şiileri değil kendileri gibi düşünmeyen Sünnileri de imha kategorisinde değerlendiriyorlar. Keza Şiiler de o tekfirci damara karşı durmayı hayat memat meselesi olarak görüyorlar. Bu durumda İslam dünyası kendi içinde bu sorunu halledemezse ister istemez çatışmalar kaçınılmaz olacak. Nitekim İslam dünyası, bugünkü haliyle bunu önleyecek bir durumda da değildir.
Irak’ta işgal sonrası bir mezhep çatışmasının yaşanması uğruna çok çabalar sarf edildi. Birçok bölge ülkesi bunu kendi “Irak stratejisi” olarak uyguladı ve hala da uyguluyorlar. Şu anki çatışmalar, Şiilerle Sünni aidiyeti olan bazı gruplar arasında yaşanıyorsa da buna genel hatlarıyla Şii-Sünni çatışması demek hem mümkün değildir, hem de çok tehlikeli bir yaklaşımdır. Çatışmaların bariz bir Şii-Sünni çatışmasına dönmesi için yoğun bir çaba vardır ve bu çabanın arkasındaki güçler ne Şiilerin ne de Sünnilerin hayrını istemeyen etkili bölgesel ve uluslararası güçlerdir. Bunların tüm arzuları bariz bir Şii-Sünni çatışması çıkarmaktır ve bu tehlike de yok değildir.
Dikkat ederseniz Irak’ta krizin kaynakları olarak serdedilen tüm sorunlar Maliki’ye mal edilmekte, Maliki’nin önce Şii kimliğine vurgu yapılmakta, sonra “diktatörlük” vurgusu özellikle ön plana çıkarılmaktadır.
Oluşturulmak istenen algı şudur; Şii yönetim diktatördür, Sünniler ise sefalete mahkûm edilmektedir! Yani?
Şu algıyı oturtmaya çalışıyorlar: Son yaşananlar haklı bir Sünni başkaldırısıdır ve tüm Sünniler bu yaşananları desteklemelidir!
Elbette işgalden yeni kurtulmuş olan Irak, güllük gülistanlık bir yer değildir. Yaşanan sorunlarda eleştirilerin ülkeyi idare eden hükümete/hükümetlere yönelmesinin de anlaşılır tarafları vardır. Ama şunu unutmamak gerekir ki, şayet Sünniler sefaletle yüz yüzeyse Şii halkın ballı kaymaklı bir hayat standardına sahip olmadığını da herkes bilmektedir. Kaldı ki Şii kesim kendi arasında yekvücut değildir, farklı gruplar ve partiler vardır, tıpkı Sünni ve Kürtlerin farklı grup ve partilerden oluştukları gibi. Mesela Maliki’ye en sert eleştirileri yöneltenlerin başında Sadr grubu gelmektedir. Kaldı ki yönetim sadece Maliki’den ibaret değildir ve Kürdiyle, Sünni’siyle diğer tüm gruplar merkezi yönetimi temsil oranları nispetinde ortaklaşa oluşturmaktadır. Eğer varsa bir sıkıntı ki vardır, bunun vebali merkezi yönetimi birlikte oluşturan tüm kesimlerin sorumluluğundadır.
Kaldı ki yeni bir siyasal inşa süreci yaşanmaktadır ve bu süreç beraberinde birçok sancıyı getirmektedir.
Mesela Bağdat yönetimi ile Kürt yönetimi arasında yaşanan sorunlarda KDP’nin tavrı belli iken YNK daha ziyade Bağdat yönetiminin tezlerine yaklaşmaktadır. Şiilerin bir bölümü federasyon sistemini savunurken birçok Şii grubu buna şiddetle karşı çıkmaktadır. Sünniler ilk başta federasyon sistemine şiddetle karşı iken şu anda bazı partiler bu fikre sıcak bakmaktadır.
Irak’ta gruplar arasında çok farklı nedenlere bağlı sorunlar varken bu sorunların neredeyse tamamı “Mezhepsel” zemine taşınarak kördüğüme dönüştürülmektedir. Hatta bu uğurda öyle absürt gerekçeler dillendiriliyor ki, bizzat bir çok müdahil ülkede yaşanan bazı idari uygulamalar bile “Maliki-Şiilik-Diktatörlük” üçgenine sıkıştırılarak ilginç manipülasyonlara kapı aralanmaktadır, mesela bazı bakanlıkların veya istihbarat kurumunun Maliki’ye bağlı olması gibi. Hangi ülkelerde istihbarat veya bakanlıklar başbakanların emrinde değildir ki?
Haydi diyelim ki Maliki veya Bağdat yönetimi Sünnileri ezmektedir. Mesela Kürtler bu tür handikaplardan kurtulmak için federasyon sisteminde ısrar ettiler ve bu tür durumları önemli oranda aşmayı başardılar. O halde Sünniler de tıpkı Kürtler gibi böyle bir talepte bulunabilirler. Oysa ilkin federasyon sistemine Sünni parantezi içerisindeki tüm gruplar şiddetle karşı çıkmıştı. Kaldı ki şu anda Sünniler adına ortaya çıkıp ortalığı kan gölüne çevirenlerin bariz bir siyasal projeleri bile bulunmamaktadır. Kürtleri de, Sünnileri de, Şiileri de boyunduruk altına alacak mutlak hâkimiyet peşinde koşmaktadırlar. Hatta kimisi hızını alamayarak “Bilad-ı Şam” hâkimiyetini dillendirmektedir.
Velhasıl Irak, işgalden devasa sorunlar sırtlayarak bugünlere gelmiştir ve henüz sorunlarını aşmış değildir. Şundan emin olun ki birçok bölge ülkesi şayet Irak’ta imtiyazlar elde etmek uğruna yangın çıkarmak peşinde koşmamış olsalardı, yaşanan birçok sorun siyasal mecralarla aşılabilecekti.
Oysa neredeyse her bölge ülkesi Irak’a müdahil olmakta, her birisi kendi grubunu oluşturarak imtiyazlar koparmak uğruna baskı unsuru olarak kullanmakta, olası bir uzlaşıyı temelden sabote eden Baasçı ve tekfirci akımlar ısrarla palazlandırılarak sahaya sürülmekte ve tüm bu emeller “Şii-Sünni çatışması” formatına dönüştürülmek istenmektedir.