İslam dünyasında mutedil İslamî inanca yönelen korkunç bir yeni ittifak kurulmuş. Hedef: Mutedil İslam inancının idamıdır. Batı, bu yönde kullanabileceği bütün imkânları kullanıyor. Suriye Kürtlerinin yaşadığı felaket de bununla ilgilidir: İslam'ı mı istiyorsunuz: Alın size İŞİD… Özgürlük mü istiyorsunuz: Alın size sosyalist PYD
I. Dünya Savaşı'nın sonunda Suriye'yi işgal eden Fransa, Şam başkentli, katı merkeziyetçi bir devlet kurdu. Kürtlere ne siyasi haklar tanıdı ne de kültürel haklar. Kürtlerin yaşadığı kuzey şeridine siyasi bir kimlik vermediği gibi Kürtlerin kendi ana dillerini öğrenmek için bir anasınıfı açmalarına dahi izin vermedi. Kürtlerin Batı destekli Şam diktatörlerinin baskısı altında ezilmeleri için uygun ortamı hazırladı ve ülkeyi, müdahale kabiliyetini hep koruyarak terk etti.
Dün, bu mağduriyeti doğuran Batı, bugün Kürtlerin hamisi görünüyor. Ne değişti? Ne oluyor da Suriye Kürtlerinin her tür çığlığına kulak tıkayan Batı, bugün Kürtlerin arkasında görünüyor?
İslam dünyasında mutedil İslamî inanca yönelen korkunç bir yeni ittifak kurulmuş. Hedef: Mutedil İslam inancının idamıdır. Batı, bu yönde kullanabileceği bütün imkânları kullanıyor. Suriye Kürtlerinin yaşadığı felaket de bununla ilgilidir: İslam'ı mı istiyorsunuz: Alın size İŞİD… Özgürlük mü istiyorsunuz: Alın size sosyalist PYD, diyorlar.
Ne yazık ki müttefik güçlerin, ortakları ile araç edindikleri yapılar konusunda sözün bir kısmı hep saklı kalıyor. Herkes, olayın sadece bir tarafından söz ediyor. Resmin bütünü gözlerden uzak kalıyor.
Vakanın boyutu sol örgüt PYD ve IŞİD'i aşıyor. IŞİD'in bu bölgede olmasını isteyen güç ile sosyalist PYD'ye destek veriyor görünen güçler aynı güçlerdir.
Konunun merkezinde güçlenen bir Türkiye gerçeği vardır. Türkiye, coğrafik olarak Balkanlar, Kafkasya ve Arap yarımadasının bir bölümünün merkezi konumundadır. Türkiye son süreçte, fırsat bulduğu an güçlenebileceğini ve yakın coğrafyasının lokomotifi olabileceğini gösterdi. Bundan çok geniş bir cephe rahatsız oldu.
Batı, Türkiye'nin Balkanlardaki her tür etkinliğini Türkiye'nin geçmişte kaybettiklerini kazanmaya dönük adımlar olarak görüyor. İslam dünyasından beslenmeyen bir Türkiye'nin ekonomik bir güç olamayacağını ve Balkanlarda at koşturamayacağını biliyor. Batı'ya doğru açılmasını İslam dünyasından engelleyerek kontrol altına almaya çalışıyor.
Osmanlı Dönemi'nde de aynı taktik uygulanmış ve Viyana kapılarına dayanan ordular, bir yönüyle İslam dünyasındaki gelişmeler yüzünden bir türlü güç bulamamıştı. O günden sonra Batı, İslam dünyasında hangi güçlerle ittifak kurmuş veya hangilerinin hareketliliğinden yararlanmışsa bugün aynı güçle ittifak kuruyor ve aynı hareketliliğin günümüz uzantılarından istifade ediyor. Necid Çöllerinden Kerbela'yı yağmalamaya uzanan yapılar, İslam dünyasında sinirleri bozmuş, çatışmalar doğurmuş, ittifaklar oluşturmuş; bu yapı İslam dünyasını Batı karşısında zayıf düşürmüştü.
O gün Osmanlı'nın direnişini uzatan, Kürtlerin sadakatle onun yanında durmasıydı. Osmanlı, yoğun Ermeni ve kısmen İran şikâyetleri üzerine; bunun yanında Batıcılaşan bürokrasinin Fransız merkeziyetçiliği hastalığı ile Kürtlere yönelik yeni bir sürece girince her şey alt üst oldu. Aynı hastalık yüzünden Arnavutluk'ta da karışıklık çıkınca Osmanlı için sekerat dönemi başladı.
ENDİŞELİLERİN İTTİFAKI
Türkiye, bugünkü süreçte de klasik politikasını gözden geçirip Kürtleri iyi tutarak kendi yükselişine karşı yapılan girişimleri aşmaya çalıştı. Ama bu planı, Amerika adına çalışan eski Maocu Türk Solu mensuplarının (Cengiz Çandar, Hasan Cemal) Kandil'e kadar uzanan girişimleri ve IŞİD üzerinden akamete uğratıldı.
Bu noktada Batı, kendi endişesiyle İslam dünyasında Türkiye'ye karşı olan kimi yapıların endişelerinin örtüştüğünü fark etti ve bundan yararlandı:
1. İslam dünyasında Arap milliyetçiliği, genellikle Batı'ya karşı değil, Osmanlı'ya karşı oluşmuştur. Araplar arasında Türkiye'nin Mısır, Filistin, Somali, Libya veya başka bir noktayla her tür ilgisini doğrudan imparatorluk özlemine bağlayan ulusal sol ve muhafazakâr milliyetçi bir elit sınıf vardır. Bu sınıf, Türkiye'ye yönelik her tür tehdidin büyümesinden saklı ve hatta kimi zaman açık bir keyif alıyor. Uzun yıllar Suudi Arabistan ve Libya'nın PKK mensupları için güvenilir olması, bu ülkelerdeki (hatta Arafat Dağı'ndaki) propaganda ve para toplama girişimlerinin hiçbir soruşturmaya tabi tutulmaması asla anlamsız değildir.
2. Türkiye'nin, İslamî bir gelişme içinde olursa, kökleri itibariyle tabii olarak içinde olacağı İhvan tipi bir İslamî yaklaşımı, kendi İslam anlayışı için tehdit gören bir taraf vardır. O taraf Türkiye'ye yönelik her tür girişimi kendisinin İslam dünyasını ele geçirmesi için meşru ve hatta gerekli görüyor.
(HDP'ye yönelik destek ve seçim sonuçlarına yönelik tebrikler, bu iki tarafı da bir kez teşhir etti.)
Batı, bu manzarayı görüyor, kendisinin Balkanları besleyemediği bir süreçte kendi lehine buluyor, bundan yararlanma yoluna gidiyor; ittifaklar kuruyor, hareketlilikleri kendi hedefine doğru yönlendiriyor.
Batı için ana hedef İslam dünyasını bir arada tutabilecek, milliyetçilikten ve mezhepçilikten uzak her tür girişimi engellemek, istikrarsız, çatışan, zayıflayan ve dolayısıyla içeride ateş çukuru, dışarıdan kolay yönetilebilen bir İslam dünyası oluşturmaktır.
Bu ortamda milliyetçilikten ve mezhepçilikten uzak her taraf, “oyunbozan” diye fişlenerek, bu oyunun içinde olan bütün tarafların hedefi olacaktır.
Batı'nın 20. yüzyıldan bu yana İslam dünyası ile ilgili duruşunu şu şekilde özetlemek mümkündür:
Batı, İslam dünyasını sömürgeleştiremeyeceğini anladı. İslam dünyasını uzun bir süre krallar ve diktatörlerle yönetmeye karar verdi. Bunun da yürümediğini görünce İslam dünyasında seçme hürriyetinden yana görünerek kimi Müslüman taraflarla ortaklık kurma yolunu aradı. Ama bu son aşamada İslam'ın önünü açacak her tür girişimin kendi aleyhine döneceğini gördü. Kral ve diktatörlere yönelik girişimleri “özgürlük girişimi” olarak görmekten vazgeçti. Onları yeniden özgür dünyanın zalim destekçileri olarak görmeye devam etti. Onların bulunmadığı yerde ise istikrarsızlığı, çıkarı açısından istikrardan kârlı buldu. Kimi uç yapıların eylemlerini bahane etti ve mevcut ortam doğmuş oldu.
Ortamın içinden çıkılmaz bir duruma sürüklenmesine yol açan diğer bir neden ise, İslam dünyasındaki mutedil yapıları kendi İslamî anlayışı için tehdit gören ve bu yapılara karşı Batı'yı ve İslam dünyasındaki laik cepheleri kendi doğal müttefiki tayin eden bir zihniyetin duruşudur.
BATI'DAN KAYNAKLANAN SORUNLARI BATI ÜZERİNDEN ÇÖZMENİN BEDELİ
AK Parti'nin PKK ile ilgili girişimlerinde temel yanlışı aile, bireysel bunalımlar gibi bütün sosyal alanlarda olduğu gibi Batı'dan kaynaklanan sorunlara Batı'dan çözümler aramasıydı. Yıllarca aile problemleri için kadının koruma altına alınması, sevgi evleri gibi doğru görünse de tamamen Batı zihniyeti ürünü çözümler arandı, bu yolda beyhude emek ve para harcandı. Ancak 2011'den itibaren “dindar nesil” girişimiyle bunun yerine maneviyatın güçlendirilmesi projesi başlatıldı. Diyanet'in eli güçlendirildi. Okul müfredatlarında değişiklikler yapıldı, İmam Hatip Liseleri güçlendirildi. Bu girişim, destek beklerken Batı endişesini ileri süren muhafazakâr bir çevre buna karşı çıktı.
AK Parti, Kürt sorununa çözüm bulma konusunda da 2003'ten bu yana hep Batılı yöntemler denedi. Oslo sürecinin akamete uğramasından sonra aynen diğer sosyal sorunlarda olduğu gibi yerli bir sürece girildi. Ancak sürecin mimarları ya Batılı bir zihniyetle yetişmiş olmalarından ya da daha fazla Batı tepkisine konu olmadan ve bu zor dönemde bir savaşla da yüz yüze kalmadan durumu kurtarma amacıyla Batı'nın ana projesinden ayrılmadı.
Batı'nın ana projesi, İslam dünyasının ulusal sol üzerinden yönetilmesidir. Ulusal sol, bu alanda Müslümanları öz değerlerine yabancılaştıran, Batıcı çağdaşçılık üzerinden İslam dünyasında kimlik değişimi oluşturan, bununla birlikte zaman zaman itirazlar yapsa da askeri alanda da Batı'ya bağımlılığı sürdüren bir taşeron gibi kullanılıyor.
AK Parti hükümeti, Kürt sorununu çözme konusunda PKK'yi ana aktör yapmaktan vazgeçmeyerek Batı'nın ulusal solu Müslümanların temsilcisi yapma projesinin içinde kaldı. Batı kaynaklı bir sorunu Batı üzerinden çözmeye kalkıştı. Sosyal sorunlarda olduğu gibi bu çizgide direndikçe sorunu büyüttü. Aile sorunlarına yönelik Batıcı çözümler, aile sorunlarını daha da büyüttüğü gibi Kürt sorununu da Batı tarzında çözme girişimi Kürt sorununu daha da büyüttü.
Kürt sorununu çözme konusundaki sosyalist PKK'yi muhatap almanın liberal destekçileri sevindirmesi gerekiyordu. Ama Cengiz Çandar, Hasan Cemal gibi eski Maocu yeni liberaller, tamamen Batı endeksli davrandıklarından Kürt sorununun yerelde çözülmemesi konusunda devreye girdiler ve AK Parti ile doku uyuşmazlığı içinde olan sol örgüt PKK'yi ikna etme konusunda hiçbir zorluk yaşamadılar.
Hükümet, ulusal solun kendisinden nefret ettiği ve eline imkân geçerse bunu kendisini devirme konusunda kullanacağı yönündeki hiçbir uyarıya da aldırış etmedi. “Onlarla görüşüyoruz çünkü Kürt halkının temsilcileri onlardır” anlamına gelecek beyanlarda bulundu. Onların itibarına itibar katmaya çalıştı. Buna karşı, Kürtler arasında etkin İslamî kesimi, muhatap almamakla kalmadı; TRT ve diğer imkânları üzerinden itibarsızlaştırma yönünde adımlar attı.
Bugün itibar kazandırdığı o ulusal sol, onun sağladığı imkânlarla palazlanan siyasi kanadı üzerinden onu bitirme projesi içinde yer almakla kalmıyor, Suriye üzerinden de onu devirme planının bizzat içinde yer alıyor.
SURİYE PROBLEMİNİN BAŞLANGIÇ NOKTASI?
Bugün yaşanan süreç, D-8 sürecinden çok farklı değildir. 15 Haziran 1997'de merhum Necmettin Erbakan Hocanın Türkiye, İran, Pakistan, Bangladeş, Malezya, Endonezya, Mısır ve Nijerya'yı D-8 Gelişmekte Olan Sekiz Ülke (Developing Eight) adı altında bir araya getirme girişimi Erbakan hükümetinin sonu oldu.
Batı, Ümmeti çağrıştıran her tür girişimden rahatsızdı. Böyle bir girişimi doğrudan ümmetle ilişkilendirdi ve bunu uzantıları üzerinden cezalandırdı.
Türkiye, yeni dönemde bunun yerine bölgesel bir girişimde bulundu. 2010'da Suriye, Lübnan ve Ürdün ile ortak pazar kurmaya çalıştı. Her şey bir anda değişti. Bağlantı noktası Suriye kısa bir süre içinde karıştı. Türkiye, 2011'de “eksen kayması” kuşkusu altına alındı. İçeriden Batı'yı destekleyen bir yapı Türkiye-İran ilişkilerini gündeme getirdi. Türkiye'de sistem içinde yükselen Recep Tayyip Erdoğan'ın dünya sistemi içinde kalarak yükselmeyi tercih etmemesinin mantıklı olmadığı ve anlaşılamadığı düşüncesi işlendi.
Suriye, bir tuzaktı; Türkiye, tuzağı göremedi, görmek istemedi ya da tuzaktan kaçamadı. Tuzağa doğru yol almasıyla kendisini bir dizi sorunun içinde görmesi bir oldu.
Bugün iktidar değişikliğinin mutlak olması gerektiğini söyleyip gerekçe olarak 2011'de başlayan politikayı ileri sürenlerin çoğu da konunun bu yönüyle ilgilidir.
Klasik olarak Türkiye hükümetlerine, sosyal (dini, kültürel) alanlarda Batı karşıtı reform yapmamaları ve dış politika üretmemeleri konusunda sıkı bir tembih (!) yapılır. Bu iki nokta Türkiye hükümetleri için kırmızı çizgidir. Sosyal alanda Batı değerlerinden uzaklaşmak ve dışarıda bağımsız politika yürütmek Türkiye'de nazikçe değişim, bu mümkün değilse darbe nedenidir. Darbe için ordu bulamayanlar, nazik (!) değişim peşindedir, 2011'den bu yana bu süreç devam ediyor. Ulusal solcu PYD bu iş için kullanılıyor. IŞİD, bu hedefe doğru yönlendiriliyor.
IŞİD, mutedil İslamî yapıları yıpratmak için kullanılıyor. Türkiye'den de hem PYD'ye militan akışını devam ettirmesi hem de Suriye projesinin dışında kalması ya da bu projeye sadece Amerika'nın elini güçlendirecek biçimde katılması dayatılıyor.
İslam dünyası uzun süre ulusal sol problemi yaşadı, buna bir de IŞİD tipi yapılar ve mezhepçiler katılınca problem (ters yönde) kemale erdi.