Suudi krallığı, Arap Ligi'nde aktörlüğe soyunduğu günden beridir hangi müsabakaya çıkıyorsa kaptanlık yaptığı “Takım” galibiyet yüzü görmüyor. Hücuma geçiyor, gol atamadığı gibi sakatlanarak geri dönüyor. Defansa çekiliyor, gelen şutlara engel olamıyor. Ayağına gelen tüm topları taca atıyor. Ama hırsından da hiçbir şey kaybetmiyor. Ne oyunu bırakıyor, ne de yedek kulübesine çekilmeyi biliyor.
Suudi'nin uzun zamandır kendisini konumlandırdığı pozisyon, Ortadoğu'da “İran yayılmacılığının” önünü kesmek. Kendini her yerde İran'a karşı konumlanma rolünü icra etmekle yükümlü tutuyor. Haliyle bölgesel bazda yaşanan birçok gerginlik ya da çatışmanın geldiği nokta aslında bir tür İran-Suudi çatışması olarak da okunabilir. Her ne kadar kimi gerginlik veya çatışmanın başlatıcısı kendileri olmasa bile.
İşgal sonrası Irak'ta başlayan etkinlik mücadelesinde İran'ın karşısına çıkan Suudi, oyunu kaybetti.
Tahran-Beyrut ikmal hattını kesmek için diğer müttefiklerle beraber Suriye'de İran'ın karşısına çıktı, kaybetti.
“Yavru vatan” muamelesi yaptığı Yemen'de oyunun kurallarını yeniden çizmeye kalkıştı, yüzüne gözüne bulaştırdı.
Son bir hamle olarak Lübnan'a yönelmeyi seçti, Lübnan'a bir tür “Yemen modeli” dayatmak istedi, Fransızların deyim yerindeyse “Rehine kurtarma operasyonuna” yenik düşerek bir kez daha kaybetmek üzere.
İlginç olan nokta aslında tam da burası. Yani Hariri meselesi… Daha doğrusu Hariri'nin, ailesi Riyad'da rehin kalmış olsa da Fransa üzerinden Beyrut'a ulaştıktan sonra istifa gerekçelerinin tam tersi beyanatlarda bulunması, Suudi'nin ne denli bir diplomatik hezeyan yaşadığını gözler önüne serdi.
Hariri, Riyad'a çağrılıp eline tutuşturulan istifa metnini okuduktan hemen sonra Riyad ve Tel Aviv'den “Uluslar arası koalisyon” çağrıları yükselince herkes ikinci bir Yemen vakasına işaret etmeye başlamıştı. İstifa üzerinden dönen manevralar Yemen örneğini hatırlatıyordu çünkü.
Hatırlayalım; başgösteren protesto ve yaşanan çatışmalar üzerine 2011'de Ali Abdullah Salih'i görevden alan Suudi yönetimi, yardımcısı Hadi Mansur'u cumhurbaşkanı olarak seçtirmişti. 2013'de görev süresi biten Hadi Mansur, Suudi dayatması ile Körfez İşbirliği Teşkilatı'nın aldığı kararla görev süresi bir yıl uzatılmıştı. 2015'in başında Husileri gerekçe gösteren Hadi Mansur istifa kararı alınca yönetim boşluğu oluşmaması adına konsey kurulana kadar görevde kalma teklifini kabul etmişti. Ancak emir “Büyük yerden” olunca Mansur teklifi kabul etmeyerek istifa etmişti. Ne olduysa da bundan sonra olmuştu. Yemenli gruplar yönetim için konsey oluşturma sürecinde sona doğru gelirken Aden'e geçen Hadi Mansur, istifasını geri çektiğini açıklayarak “Dış müdahale” için çağrıda bulunmuştu. Bu noktada da Suudi'nin oluşturduğu koalisyon o gün bugündür Yemen'i bombalamaya devam ediyor.
Lübnan meselesinde de işin içerisine garip bir şekilde “İstifa” meselesi girdikten sonra “Savaş koalisyonu” çağrılarının yapılmaya başlanması, ister istemez ikinci bir “Yemen modelini” akıllara getirmişti.
Ancak gerek Yemen örneğinin insanların hafızalarında oluşturduğu berbat izler, gerekse Suudi'nin bir ülkenin başbakanını rehin tutacak kadar pervasızlaşması ve bunun Lübnanlı müttefikleri arasında da tepkiyle karşılanmış olması bu kez oynanmak istenen oyunu ters teptirdi.
Saad Hariri'nin Riyad'daki akıbeti üzerine tartışmalar devam ederken Müstakbel Partisi'nden olan İçişleri Bakanı Nuhad Maşnuk'un “Biz koyun sürüsü veya birinden alınıp bir başkasına satılan tarla değiliz” açıklamasının yanısıra Suudi'nin yeni Başbakan olarak Saad'ın kardeşi Baha'nın seçilmesi noktasında Müstakbel Paritisi'nin işi ağırdan alarak herhangi bir adım atmaması, Suudi'nin hamlesini ve bu hamleden beklentilerini zora sokmaya başlamıştı. Bunda Suudi'nin bu kez açıktan ve rencide edici tavır takınması ve bu tavrın Lübnanlı Sünni kesimler arasında da tiksinti uyandırması yatmaktaydı.
Suudiler o kadar açıktan oynuyorlardı ki; Hariri'nin ağzından Hizbullah'ın kendisine suikast düzenlemeye çalıştığı suçlamasıyla bir “Sünni” refleks oluşturmak, Hizbullah'ın zorla kabine dışına itilmesiyle bir karşı reaksiyon geliştirmek ve belki de bir takım meçhul oldu bittilerle çatışmalara dönüşecek bir Sünni-Şii gerginliği üreterek oluşacak çatışmaları “Dış müdahale” gerekçesine dönüştürmeyi hedeflemişlerdi.
Hatta vatandaşlarından Lübnan'ı terk etmelerini istemesi ve güdümündeki Körfez ülkelerinin de bu çağrıyı tekrarlaması, mutlak bir “iç çatışma” beklentisine duydukları güvenden kaynaklanmaktaydı.
Belirlenen hedef doğrultusunda Hariri'nin Riyad'a çağrılıp rehin alınması ve eline tutuşturulan istifa metninde sarf edilen sözler deyim yerindeyse zehir zemberek türündendi.
Ancak yine “dış müdahalelerle” Lübnan'a geri dönmeyi başaran Hariri'nin bu kez yaptığı açıklama, aslında Riyad'ın elinden kurtulmakla ne denli bir esaretten kurtulduğunun göstergesi gibiydi. Şunları söylüyordu Hariri:
“Cumhurbaşkanı Mişel Aun, benden şimdilik beklememi istedi; ben de onun isteğine olumlu cevap verdim ve istifamı askıya aldım. Umarım bu durum yapıcı müzakereler için zemin yaratır. Kendimizi uluslararası ve bölgesel çatışmalardan uzak tutmalıyız. Kendimizi Arap kardeşlerimize zarar verecek her şeyden uzak tutmalıyız. Ben hükümet revizyonu için tüm siyasi taraflara ortaklık peşindeyim. Ben Lübnan'ın ilerlemesi, çevredeki savaş ve krizlerden korunması için Cumhurbaşkanı ile işbirliği yapmaya bağlı olduğumu vurguluyorum. Ülkemiz mevcut aşamada herkesin istisnai çabalar göstermesini gerektiriyor.”
Merak edilen bir başka husus daha vardı. Suudi-Lübnan hattında bunca tehlikeli gerginlikler yaşanırken bölgesel aktör konumundaki İslam ülkeleri bu meseleye karşı nasıl bir tavır takındılar?
Aslına bakılırsa hiç birinin dişe dokunur bir tavrı olmadı. “Bölge içi” olan bir mesele, her zamanki gibi yine “Bölge dışı” aktörlerin insafına havale edilmişti. Lübnan Dışişleri Bakanı'nın başta Fransa olmak üzere çeşitli Avrupa ülkelerini dolaşarak duruma müdahale etmelerini istemesi, Fransa'nın meseleyi BM'ye taşıma restine kadar ulaştı.
Fransa'nın tutumuyla sorunun uluslararası boyutlara varmaya başlaması, Suudi'nin ürettiği sorunu kontrol edemeyişinin de kapısını araladı. Bu durum Hariri'nin Beyrut'a dönmesini sağlarken kendisini Lübnan Sünnileri'nin üzerinde mutlak vesayetçi olarak gören Suudi yönetimi, çıkardığı bu krizle hem diplomatik yenilgilerine bir yenisini ekledi, hem de Lübnan Sünnileri üzerindeki vesayetinin ilk defa sorgulanır hale gelmesine yol açtı.