Âdemoğlunun fıtratına kodlanmış bir takım özellikler kimi zaman ilgiye, terbiye edilmeye, bastırılmaya ihtiyaç duyar. Zira bu özellikler ‘nefsi hastalıklar' diye tabir ettiğimiz menfi neticeleri doğurur. Ve sonrasında bundan kurtulmak epey zorlaşır.
İnsanlar acelecilik vasfının etkisi ile yaptığı iyiliklerin ve kendisinde bulunan güzel ahlakın, sözlerinin, başarılarının, tüm olumlu hal ve tavırların karşılığını görmek ister. Niyetinde bozukluk olanlar Allah'ın kendisine en güzel, en büyük ve sonsuz mükâfat ile karşılık vereceğini unutup, insanlardan sürekli beklenti halinde olurlar. Bu da başta ‘riya' olmak üzere pek çok hastalığı doğuracaktır. Aslında önlemi alınmaz ise, bir virüs gibi hastalıklar kalpte hızlı bir şekilde yayılacaktır.
‘Tanışalım' diye farklı özellik ve ırkta yaratıldığımızdan ötürü, toplumsal hayattaki yerimizi alırken sürekli yeni insanlarla karşı karşıya geliyoruz. Evet, ilk görüş önemlidir ve beyinde kalıcı bir etki oluşturarak karşı tarafın yapısı hakkında bilinçaltına bir algı yerleşir. Dolayısıyla dikkat isteyen, önemli bir safhadır ‘tanışmak'...
Peki, tanışma faslında tevazuumuzu koruyabiliyor muyuz?
Özellikle bir Müslüman kardeşimizle tanıştığımız vakit; eğer artı bir özelliğimiz, şöhretimiz, zenginliğimiz vesaire var ise bunu ilk etapta belli edip ona göre bir değer bulma gayesi güdebiliyoruz. Kendimizi tanıtırken ismimizi ön plana çıkarıp, tanıştığımız kardeşimize karşı bunu bir koz olarak kullanabiliyoruz. Bundan dolayı farklı bir ağırlanma, farklı bakışlar ve iltifatlar duymak istiyoruz. Üniversite mezunu isek, diğerlerine tepeden (mi) bakıyoruz. İlim sahibi isek, tanıştığımız kişiye bunu belirtiyor ve etrafta bulunanlara cahil muamelesi (mi) yapıyoruz...
Hatta şeytanın fısıldaması ve nefsimizin kabardıkça kabarması sonucu, kardeşimizi veya mevcut topluluğu ezme hissine kapılabiliyoruz. Kardeşimizi küçük görüp bunu kendisine hissettirebiliyoruz...
Maddi olarak üstünlüğümüz var ise, daha sade ve gösterişsiz ortamlardan sıkılıyor, kısıtlı imkânıyla bizi ağırlayan ev sahibinin ikramlarını beğenmiyoruz. Hatta kendimizde aynı seviyede olmayan kimselerin yanında dahi bulunmaktan kaçınıyoruz.
Takva abidesi ve üstünlüğün ancak takva ile olacağını belirten Resul-i Ekrem (SAV), mecliste oturmuştu. Ashabı, onun etrafında toplanmış, Peygamber'i sıkı bir çembere almışlardı. Bu arada fakir bir Müslüman mescide girerek boş bir yere oturdu. Tevafuken yanına oturduğu adam da zengin biriydi.
O fakir Müslümanın yanına oturduğunu gören zengin adam, hemen elbiselerini toplayıp kendini bir kenara çekti. Bu durumu fark eden Resul-i Ekrem (SAV), zengin adama dönerek:
“Onun fakirliğinin sana bulaşmasından mı korktun?” diye sordu. Adam: “Hayır, ya Resulallah” diye cevap verince, Hz. Peygamber “Zenginliğinin mi ona bulaşmasından korktun?” diye tekrar sordu.
Adam tekrar “Hayır, ya Resulallah” diye cevap verince; “Yoksa elbiselerinin kirlenmesinden mi korktun?” diye tekrar sordu. Adam “Hayır, ya Resulallah” diye cevap verince, Hz. Peygamber “O zaman niye kendini kenara çektin?” diye sordu. Adam “Hata yaptığımı itiraf ediyorum. Günahımın kefareti olarak servetimin yarısını bu Müslüman kardeşime bağışlamaya hazırım” diye cevap verdi.
Bunun üzerine fakir olan araya girdi: “Ama ben bu teklifi kabul etmiyorum.”
Nedeni sorulduğunda şöyle cevap verdi:
“Çünkü bir gün ben de bunun gibi, bir Müslüman kardeşimi aşağılamaktan korkuyorum.”
Önemli dersler çıkarmamız gereken bu kıssada, Peygamber Efendimizin oluşturmak istediği toplumun, kardeşlik ve eşitlik esasına dayandığını anlıyoruz. Üstünlük konusunda takvanın esas olduğunu, kimin takvaca en üstün olduğunun da ancak kalplerin sahibi Allah (CC) tarafından bilineceğini de ekleyelim...
Bir de mevzuya tanışılan kişi/ler penceresinden bakalım. Evimize, derneğimize, sohbetimize, etkinliğimize ilk defa gelen bir misafire olan tavrımız!
Zaten yabancılık çeken misafire bir de kibirle yaklaşan, bir ‘hoş geldin'i bile çok gören, ilgilenmeyen kardeşlerimiz var. Bazen bu tanıştığımız kişi şehir dışından geliyor olabilir. Ama odanın bir ucunda yalnız başına oturduğuna, kimse tarafından ilgi gösterilmediğine şahit oluruz. Gerçekten de bu çok vahim bir durumdur.
Niçin kendimizi diğerinden üstün görüp onu mutsuz edelim ki?
Bu nasıl bir psikolojinin ürünüdür?
Yahut bunun bir açıklaması olabilir mi?
Nefsimize bu kadar mı yeniliyoruz?
Hâlbuki her birimiz bir damla sudan yaratılmış aciz kullarız. Başımıza bir hastalık gelse onu Allah'ın izni olmadan yenemeyiz. Ölümümüz takdir edilmiş ise onu mahdut aklımız ve zayıf bedenimiz ile geri çeviremeyiz.
Biz kimiz ki?
İlk defa göz göze geldiğimiz, elini sıktığımız kardeşimize "Ben falan falanım, falanın kızıyım..." deyip üstten bakmak yerine, kardeşimiz ile nasıl sıcak ilişkiler kurup samimi bir dostluk kurabilirim? Nasıl kendisinin iyi özelliklerinden faydalanabilir, sıkıntısında yardımcı olabilirim? Diyebilmeliyiz...
Tevazu ile bakan gözlerimiz, karşı tarafın gözlerinden gönlüne akacak ve zaten hak ettiğimiz değeri göreceğiz. Ki görmesek dahi bu bizim için mühim bir mesele olmamalı, daha faydalı durum ve sonuçlara odaklanmalıyız...
Kardeşimizi kibrimiz ve ismimizle ezmek gibi çirkin bir ahlakı üzerimizden atmalı, sürekli nefsimizi ayıplamalıyız. Tanıştığımız kardeşimize kısaca ve gerektiği kadar kendimizi tanıtmalı, övülecek bir yanımız varsa kendisinin bunu keşfetmesini beklemeliyiz.
Yaptığımız her iyi amelin yalnızca Allah'ın rızası için olduğu düsturuyla hareket etmeyi şiar haline getirelim ki; yaptığımız her amel gözümüzde küçülsün ve daha iyisi için gayret sarf edelim...
“Helak iki şeyledir: Bunlar ümitsizlik ve kendini beğenmedir.” (İbn Mes'ud)