'Tarih, Türklerle Kürleri bir arada yaşamaya sevk ediyor'

Prof. Yeğen: Suriye’deki gelişmeler Kürtlerin önüne, Türkiye’nin rakiplerinin yanında Türkiye’nin karşısında yer alma ihtimali çıkardı. Ama Öcalan da bilir ki bu çok zordur. Koşullar iki halkı yollarını ayırmaya değil birleştirmeye yöneltti...

PKK’nın silah bırakması ve akan kanın durması, Türkiye’de hayatın artık tamamen normale dönmesi için girilen yeni çözüm sürecine dair umutlar şükür ki artıyor. İmralı’da yürütülen görüşmelerde varılan mutabakat üç aşamadan oluşuyor (PKK’nın geri çekilmesi, silah bırakması ve entegrasyonu) ve bunun pratize edilmesi içinse evvela yol haritasının ve takvimin netleşmesi gerekiyor. Bu hafta içinde İmralı’ya gidecek olan BDP heyeti aracılığıyla kimi belirsizliklerin netleşmesi, kamuoyuna aktarılması ve sürecin işlemeye devam etmesi bekleniyor.


Geçen bir aya yayılan ve İmralı’ya kim gitsin polemiği şeklinde cereyan eden tartışmanın gerisinde aslında ne vardı? Hükümet bu işi nasıl götürüyor, Devlet bu kez ne yapmak istiyor? Organları, mekanizmaları, tabanıyla birlikte bir bütün olarak PKK, İmralı’dan gelecek “talimat”lara hazır mı, ne kadar hazır? Muhalefet partilerinin süreçteki rolleri ne olur? Geçtiğimiz aylarda zaman zaman Kürt meselesinde inisiyatif alacakmış gibi bir resim veren CHP ne yapıyor, ne yapar? MHP’nin tutumunu nasıl değerlendirmek lazım?


Süreci, olanları, olabilecekleri ve olması gerekenleri İstanbul Şehir Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Mesut Yeğen ile konuştuk. Beşinci sayısı çıkan Türk Tarihi dergisinin yayın yönetmenliğini de yapan Yeğen’in “Devlet Söyleminde Kürt Sorunu”, “Müstakbel Türk’ten Sözde Vatandaşa / Cumhuriyet ve Kürtler” ile “Son Kürt İsyanı” adlı kitapları bulunuyor.


İmralı sürecinde bir ayı aşan bir aradan sonra nihayet ikinci görüşmenin yapılması bekleniyor. İkinci görüşmeyle de yol haritası ve takvim aşamasına geçileceği beklentisi var. Siz süreci nasıl okuyorsunuz?


Sürecin akıbeti konusunda henüz net bir şey söylemek mümkün değil. Ama daha önce gerçekleşmiş girişimlere kıyasla, ümitli olmak için sebepler var, bu kez her şey çok daha ciddi görünüyor. PKK’nin daha önce de silahsızlanma konusunda beyanları olmuştu ama ilk kez devlet bu beyana bir karşılık veriyor ve Başbakan’ın ağzından “çekilirlerse operasyon yapmayız” gibi bir açıklama geliyor. Ve ilk kez Başbakan, Öcalan’ı güvenilir bir partner olarak tanımlıyor. Bütün bunlar Cumhuriyetin Kürt meselesini hal yoluna koymakta yeni bir evreye girdiğini ya da en azından şimdiye kadar denediklerinden farklı bir şey yapmaya niyetlendiğini gösteriyor. Bunlar da ümitli olmak için epey güçlü işaretler.


DEVLET İLK KEZ YÖNTEM DEĞİŞTİRDİ


Yeni süreç öncesinde de devlet sorunu çözmek için PKK ile defalarca görüştü. Habur ve Oslo süreçleri aynı niyetle başlatılmışken akamete uğradı. İmralı süreci deklare edilene kadar da, sorunu konuşarak çözmek bahsinde, ortadaki en büyük sorun güven sorunu idi. Ne oldu da ortadaki bu büyük güvensizlik, bu denli güçlü ifade edilen bir güvene dönüştü?


Tarafların, tarafları oluşturan unsurların birbirilerine ne kadar güvendikleriyle ilgili ayrıntılı bir resim çizmek gerekiyor. Öcalan ve MİT Müsteşarı arasında bir güven, bu işi birlikte götürebileceklerine dair bir uzlaşma oluştuğu belli. Ancak tarafları oluşturan bütün unsurlar birbirlerine güven içinde mi, bu netleşmiş değil. Kandil ve BDP sürecin tümüyle selamet içinde gerçekleşmesini sağlayacak bir güven beyanında bulunmuş değil. Şimdi, Öcalan ile devlet arasında ne oldu da bu güven oluştu? Birkaç şeyin altını çizmek gerekiyor. Birincisi, çok makro düzeyde devlet 80-100 senedir bu meseleyle uğraşıyor ama ilk kez şimdi, şimdiye kadar uğraştığı şekilde uğraşmaması gerektiğini biliyor. Böyle yüz senelik bir deneyim var zaten, başka bir şey yapmak gerektiğini gösteren. Dolayısıyla bu, devleti zorlamış durumda yeni bir adım atmaya. Başka bir sebep de Öcalan’ın örgüt üzerindeki kontrolünün azalma ihtimalinin belirmiş oluşuydu.


İMRALI ETKİSİ DAĞILMADAN ÇÖZMEK


Bunu açalım.


Kürt meselesi etrafında bölgedeki statükonun bozulmakta oluşu Öcalan’ın PKK üzerindeki etkisini azaltacak bir rota çizmeye başlamıştı. Bu durumda, Öcalan üzerinden bir müzakere yürütme ihtimali sona ermeden müzakerelere başlamak devlet açısından akılcı bir adım gibi görünüyor. Ama daha cari bir sebep, herhalde Suriye meselesinin aldığı biçim oldu. Suriye, eğer Türkiye Kürt meselesinde bir şeyler yapmazsa Kürt meselesinin elinden kaçıp gidebileceğine dair bir işaret verdi. Çünkü zaten Irak Türkiye’nin istemediği bir biçimde neticelendi, orada özerk bir Kürt yönetimi oluştu. Suriye’de yaşananların da Türkiye’yi aksedebileceği hissedildi. Bu durumda akla uyan, Kürtlerle bir barış yoluna girmek gerektiğiydi.


ÖCALAN’IN GÖRDÜĞÜ İHTİMAL


Suriye’deki gelişmeler devleti yeni ve bu kez köklü bir değişime zaruri olarak ittiyse PKK’yı devletle uzlaşmaya değil de bu tarihi fırsatı değerlendirme yönünde etkilemesi gerekmez miydi? Suriye’deki gelişmeler PKK nezdinde nasıl okundu?


Gelişmeler, belki 80 senedir olmayan bir şeyin, Türkiye Kürtlerinin Türkiye’nin karşısına ve Türkiye’nin İran, Suriye, ve Rusya gibi rakiplerinin olduğu bir safa yerleşmesi ihtimalini doğurdu. Bu, bence Öcalan’ın gördüğü bir ihtimaldi ve Öcalan da PKK de bilir ki bunu gerçekleştirmek çok kolay değil. Bu, Kürtlerin önündeki cari bir ihtimal, ama gerçekleştirmek, bunun üzerine siyaset bina etmek zor. Dolayısıyla iki taraf açısından da, hem PKK hem de Devlet açısından gidilecek yol daralmış vaziyetteydi. Ya yollar ayrılacaktı ya o dar yola birlikte girilecekti. Tarih, koşullar, Kürtleri ve Türkleri bu dar yolda, birlikte yol almaya sevk etmiş görünüyor.


SÜRECE DESTEK YÜKSEK


Şu an MİT ve İmralı arasında güvene dayalı bir mutabakat hali var görünüyor. Ama MİT’i görevlendiren Başbakan ve partisi siyaseten yalnız. MHP’den de CHP’den de çözüm desteği almıyor, bilakis... Türkiye genel kamuoyunun da genel bir çözüm talebi var ama bunun somut net bir ifadesi yok. Öte tarafta da hem örgütün silahlı ayakları KCK ve PKK, hem sivil ayakları DTK ve BDP kendi yapıları içinde “Öcalan liderimizdir, sürecin arkasındayız” dedi -ki bu iyi. Ama bu mutabakattaki güven, muhataba değil, kendi siyasi tarafının liderine, başkanına duyulan bir güven. Ve her iki tarafta da tepedekinin eteklere kadar bütün o yapıya hep aynı şekilde hakim olması o kadar da kolay değil ama enfeksiyona en müsait yerler de buralar. Sorum şu: Bu güvenin süreç tamamlanana kadar böyle sürmesi ne kadar mümkün, mümkün mü?


Esas olarak evet. Türkiye’de bu süreci bozmaya muktedir büyük bir aktör var mıdır derseniz, olduğunu zannetmiyorum. Çünkü AK Parti Türkiye’de yüzde 50 oy alıyor, BDP ile birlikte yeni siyasetin kamuoyu desteği yüzde 60’ı buluyor. Ama benim gördüğüm, sadece BDP ve AK Parti seçmeni değil, MHP ve CHP seçmeni de, bir kısmın da bir hoşnutsuzluk hali olsa da, bu sürecin selametle neticelenmesini istiyor. Dolayısıyla Türkiye’de bu sürecin gidişatını olumsuz etkileyecek bir kamuoyu yok. Örgütler düzeyinde baktığımızda da bu gidişatı geri çevirebilecek Ergenekon benzeri yapılar yok. Etkisizleştirilmiş durumdalar. Dolayısıyla bir PKK, BDP hattı kalıyor. Orada da benim gördüğüm, Öcalan’la arzulanan türden bir mesai, iletişim kurulabilirse PKK’nin silahlı unsurları da bir şekilde bu sürece ikna edilecektir. Orada da bir arıza çıkabileceğini zannetmiyorum.


Bana göre bu süreci geri çevirebilecek aktörler Türkiye’nin dışındaki aktörler. Çünkü Türkiye’de bir Kürt Türk barışının sağlanmasının Türkiye’yi bölgede ne türden bir aktöre çevirebileceğini aşağı yukarı herkes görüyor. Dolayısıyla bu türden aktörler bu süreci geri çevirebilirler. Onların da geri çevirme niyeti de her zaman vardır. Zaten epeydir bu meselenin şöyle ya da böyle içindeler. Niyetleri olduğu da açık, Paris cinayeti bunun bir göstergesi.


HİÇ BİR KUVVET SÜRECİ GERİ ÇEVİREMEZ


Paris cinayetlerine hem Hükümet, hem BDP çevrelerinden verilen tepki, sürecin bu tür provokasyonlara kurban edilmeyeceği yönünde oldu, dolayısıyla o amaç boşa çıkartıldı. Ama bunu yapanların daha fazlasını yapabilecek beceriye ve güce sahip olduklarını da biliyoruz. Allah korusun, ne olursa bu süreç de akamete uğrar, neden korkmalıyız?


Bence esasen hiçbir kuvvet bu süreci artık geri çeviremez; yeter ki aktörler birbirlerine güvenmeye devam etsin, girilen yoldan uzaklaşma olmasın. Bunun için de iki tarafın da birbirinin niyetlerinden, projelerinden haberdar olması gerekiyor. Her iki tarafın da PKK’nin silahsızlandırılması konusunda ortaklaştığını biliyoruz ama bunun neyin karşılığında olacağı henüz çok belirsiz. PKK ile devlet arasındaki kanalların muhakkak açık kalması gerekiyor. Ve açıkçası kimsenin kimseye oyun kurmaması gerekiyor. PKK tarafında devlete karşı her zaman şöyle bir tereddüt var: Bu devlet bir kez daha bölerek bizi etkisizleştirmek istiyor. Ki bunu düşünmek için de -PKK’nin yerine koyarsanız kendinizi- yeterince sebep var. Bütün bu devletin ortaya koyduğu jestler, esas olarak Kürt hareketini bölmeye matuf olarak okunuyor. Dolayısıyla burada samimiyet, açıklık ve karşı tarafa yönelik taahhütleri muhakkak yerine getirmek süreci akamete uğramaktan koruyacak şeylerdir. Daha büyük faaliyetlerde de bulunabilir süreci bitirmek isteyen odaklar ama kamuoyu bu sürecin arkasında oldukça ve özellikle PKK ve devlet birbirini aldatmaya yeltenmedikçe büyük bir sorun çıkmayacaktır.


DEVLETİN JESTLERİNİ TUZAK GİBİ GÖREN DE VAR


Devletin ortaya koyduğu jestlerin PKK’lılar tarafından iyi niyetli değil bilakis Kürt siyasetini bölmeye yönelik tuzaklar olarak okunduklarını söylediniz az önce. Neyi kastettiniz?


Oslo sürecinde de, Öcalan’la yapılan görüşmelerde de mutabakat neyin üzerine bina edilmişti, bugün neyin üzerine bina ediliyor bunları bilmiyoruz. Bunları örgüt de, en azından geniş bir kesimi de, bilmiyor. Bunlara Kemal Burkay gibi figürlerin dönüşünü veya kurulmakta olan yeni Kürt partilerini falan da eklersek, Kürt siyaseti bir sürü enstrüman vasıtasıyla bölünmek istendiği türünden bir izlenime kapılabilir. Kaldı ki daha önce Şeyh Sait isyanındaki gibi devletten bu türden davranışlarla karşılaşmış durumda Kürt hareketi. Bu kez niye karşılaşmayalım türünden bir akıl yürütüyor olabilirler.


BDP’NİN ISRARI KANDİL’İN TEREDDÜDÜ


Bir aylık bir süredir İmralı’ya kim gitsin, kim gidecek tartışması son bulmadı, şimdilerde kısmen bir uyum dili oluştu. Heyette yer alacak isimler neden bu kadar önemli?


İlk bakışta heyetin kompozisyonunda bir dayatma içinde olan Başbakan ve AK Parti. Buradaki dayatmanın iki gerekçesi var gibi görünüyor. Başbakan 1) sürecin kontrolü bende izlenimi yaratmak istiyor. 2) Aslında bizzat kendisinin ve partisinin büyütmüş olduğu, milliyetçi hassasiyetleri bir şekilde yanında tutmak istiyor, teröristle kucaklaşanları o heyetin içine sokmam diyerek. Gülten Kışanak ya da Aysel Tuğluk mu gitmiş, sıradan vatandaş açısından bunun çok da önemli olduğunu sanmam. Ama Başbakan hem milliyetçi hassasiyeti olanlara “bakın milliyetçi hassasiyetlerin en büyük savunucusu benim” gibi bir mesaj veriyor, hem de bu sürecin kontrolünün kendisinde olduğu izlenimini vermek istiyor milliyetçilere de, kendi tabanına da, PKK tabanına da. Ama bu sadece bir görüşmeye gidecek isimlerle ilgili bir ihtilaf meselesi midir ondan çok emin değilim. Eğer Öcalan ve Kandil’in devletle birlikte yürüme ihtimali oluşmuşsa BDP’nin heyet kompozisyonunda ısrar etmesinin zemini olmaz. BDP, ancak Öcalan ile Kandil arasında bir ihtilaf oluşmuş olması durumunda ya da Kandil’in “sürecin netleşmesini bekleyelim” türünden bir mesaj göndermesi halinde heyet kompozisyonu için ısrarcı olabilir.


ÖRGÜT MUTABAKAT METNİNİ BİLİYOR


Tahmininiz ne?


Benim tahminim en azından gidebilirsiniz mesajı gönderilmediği için bugüne kadar heyet mevzu gündemde. Bugünlerde bu iş hal yol girmiş gibi görünüyor. Karayılan ANF’ye yaptığı açıklamada bir şekilde BDP’nin heyetin kompozisyonunda ısrarcı olmasına onay veriyordu ama öte yandan da Öcalan’ın süreci yürütmek konusunda tek yetkili olduğunu ve PKK’nin bir uzlaşma içinde olduğunu söylüyordu. Ama PKK ve Karayılan şunda da hala ısrar ediyor: Muhakkak Öcalan’la bizim bir şekilde görüşmemiz sağlanmalıdır. Yani Öcalan örgütü ikna etmelidir, her neye mutabık olduysa. Ki benim fikrim, geçen bir ay içinde muhakkak Kandil’le irtibatı olanların harekete geçtiği ve Öcalan ile varılan mutabakatın ana unsurlarının Kandil’e iletildiği yönündedir.


Karayılan bu açıklamayı KCK ile PKK’nın yedi gün süren toplantısının ardından yaptı.


Sanıyorum PKK Öcalan’a sunulmuş olan o metni ya da bundan sonra takip edilecek yol haritasını konuşmak üzere yaptı iki set halinde ve günler süren bu uzun toplantıları. Ortada böyle konuşulacak bir mevzu olmasa bir hafta boyunca PKK Başkanlık Konseyi toplantı halinde olmazdı herhalde.


İKİNCİ GÖRÜŞME DEKLARASYON GÖRÜŞMESİ OLUR


KCK ve PKK Öcalan’ın liderliğini ve sürecin arkasında olduklarını açıkladı. BDP de son MYK toplantısından benzer bir kararla çıktı. Öcalan’ın örgütünce tekrar yetkili kılınması muhatabı netleştirdiği için sürecin selameti açısından kuşkusuz iyi bir şey oldu. Lakin daha çok yakın bir zamana kadar Öcalan’ın PKK’ya ne kadar hakim olduğuyla ilgili ciddi soru işaretleri vardı. Ve ilk heyetteki Ahmet Türk ve Ayla Akat Öcalan’ı sadece dinlediklerini ve onun sözlerini aynen getirdiklerini söylediler. İkinci heyet tartışmasının bir nedeni de örgütün Öcalan’a bazı durumlarla ilgili bilgi vermek yahut tartışmak istemesi, belli isimlerde bu yüzden ısrar etmesi olamaz mı?


Dediğiniz türden görüşmeler daha sonra muhakkak olacaktır ama şimdi olacağını sanmam. İkinci görüşme bence bir deklarasyon görüşmesi olacaktır. Öcalan’la varılan mutabakat veya Öcalan’ın rıza gösterdiği neyse, devlet planı mı, yoksa devletin tamam dediği Öcalan planı mıdır, bu plan açıklanacaktır. Bu ana plan üzerinde oynamalar, müzakereler sonraki heyetlerin işi olacaktır, o heyetlerde kimlerin olacağını ise bilmiyoruz. BDP’nin henüz İmralı’ya gidip Öcalan’la anlaşmanın içeriğini müzakere edecek bir heyetin peşinde olacağını zannetmiyorum.


Bence BDP’nin ısrarının arkasında sürecin ilerleyip ilerlemeyeceğinin, Kandil’in sürecin içinde yer alıp almayacağının henüz belli olmayışı vardı ve BDP görüşmeye gidip sanki işler tamamlanmış gibi bir görüntü sunmaktan imtina etmek istiyordu. Sonuçta BDP de bu işlerin bir aktörü ve işleri çekip çeviren bir aktör olarak bu işe katılmak istiyordu. O yüzdendir ki BDP ve DTK eşbaşkanları gitsin gibi bir ısrarları vardı yasal Kürt hareketinin -ki bu da bence makul bir ısrardı. Çünkü BDP ya da DTK içerisinde Ahmet Türk, Selahattin Demirtaş, Aysel Tuğluk, Gülten Kışanak gitmesin dediğinizde, kim gitsin sorusuna verilecek bir cevap da yok. Çünkü öne çıkan bir figür yok.


LEYLA ZANA İMRALI’YA NİYE GİTMİYOR?


Leyla Zana var? Ki bütün bu sürecin ilk işaret fişeğini yaz aylarında o atmıştı “Bu işi Başbakan çözer, yardımcı olmalıyız” diyerek?


Leyla Zana bildiğim kadarıyla henüz bağımsız bir milletvekili, BDP’ye katılmış değil. Ama tabi onun bu süreçte yer almayışı, görünür olmayışı ayrı bir hikaye. Üzerine bir şey söyleyebilecek durumda değilim. Ama büyük ihtimalle yaz aylarında yaptığı açıklamayla bunların bir ilgisi olsa gerektir. Ama bu, Leyla Zana’nın bu işlerde temelli yer almayacağı anlamına gelmez. Zana’yı müzakerelerde olması gereken bir figür olarak düşünmemek lazım. Belki müzakerelerin sonunda çıkacak olanı Kürt kitlelerine taşımakta daha etkili olabilecek bir karizmatik figür Zana. Söylemek istediğim BDP meselesinde BDP’lilerin formel pozisyonları olan isimler gitsin ısrarının böyle de bir mantığı var. Selahattin Demirtaş gitmeyecekse herkes gidebilir o zaman BDP’de. Orada makul olan eşbaşkanların gitmesiydi. Ama BDP, Kandil’den onay geldikten sonra maraza çıkarmaz diye düşünüyorum.


UYUMU ZOR İKİLİ BİR SÜREÇ KAÇINILMAZ


Başbakan isimlerle ilgili iki kriterden bahsetti; teröristlerle kucaklaşmamış olanlar ve sürecin hassasiyetini taşıyabilenler dedi. Siz bunları Başbakan’ın milliyetçi hassasiyetleri yanında tutmak için ileri sürdüğünü söylediniz. Şu da olamaz mı: Türkiye toplum genelinin, o büyük kitlenin hele de konu terör olunca milliyetçi ve muhafazakâr olduğu ama aynı zamanda çözüm de isteyen bir kitle olduğu biliniyor. Bu kitlenin süreci onaylaması ve çözümü kabullenmesinin yine sürecin realize edilmesi için gerekli olduğu gibi bir durum var ve bu kriterlerin böyle de bir işlevselliği yok mudur?


Şunu kabul etmek gerekir ki, yönetilmesi zor bir durum ve gereklilikleri birbirleriyle uyumsuz, çatışan ikili bir süreç var. Birincisi bu sürecin nereye gideceğini bilmiyoruz. İyi bir sürece girdiğimizi düşünüyoruz ama kesinkes başarıyla sonuçlanacak mı, bunu bilmiyoruz. Aktörler açısından baktığımızda, sürecin başarısızlıkla sonuçlanması halinde kamuoyunun hala sizin yanınızda kalmasını garanti etmeniz gerekiyor. Bu hem Başbakan açısından böyle hem de BDP açısından. Dolayısıyla iki tarafta “şahin” söylemlerinden süreç boyunca kolaylıkla sarfı nazar edemezler. Bu beklenti içinde olmamak lazım. Her iki taraf da tabanını ayakta, ajite tutmak isteyecektir; çünkü diyelim ki BDP, tabanında bu işler çözüldü hal yoluna girdi gibi bir imaj yaratırsa ve süreç çözümle neticelenmezse o tabanı artık arkasından sürükleyecek enerjiyi bulamayabilir. Aynı şey Başbakan için de geçerli. Ama sürecin öbür tarafından okunmasında da başka bir gereklilik var: Bu milliyetçi kabarmanın bir şekilde yatıştırılması… Bunlar büyük ihtimalle birlikte işleyecek şeylerdir. BDP heyetinin Karadeniz’e gidecek olması, Başbakan’ın “PKK sınır geçerken bu kez operasyon yapmayız” demesi sürecin ikinci boyutunu yürütmeye yönelik. Dolayısıyla bu ikisinin birlikte yürümesini beklemek lazım, önemli olan büyük infiallere yol açacak türden açıklamalarda, davranışlarda bulunmamak.


KIŞANAK VE BAYDEMİR’İN JESTİNİ DE GÖRELİM


Başbakan AK Parti Karadeniz vekilleriyle bir toplantı yaptı ve “süreç böyle işliyor, doğru anlayın halka doğru anlatın, sakın sürecin hassasiyetine zarar verecek sözler etmeyin” dedi. Ama mesela geçen hafta, yeni heyette de adı geçen BDP’li Pervin Buldan Manisa’da “Başbakan Erdoğan Çiller’den ve Evren’den farksız, bu halk Erdoğan’a da boyun eğmez” gibi cümleler kurdu. Ki Pervin Buldan bu meselenin acısını yaşamış, Çiller döneminde kocasını faili meçhule kurban verdiği saatlerde doğum yapmış ve bu acıyla çocuk büyütmüş biri. Bu açıklamayı nereye koyacağız?


Pervin Buldan’ın söylemiş olduğu bu türden sözleri söylememiş bir BDP milletvekili herhalde yoktur. Bugünlerde söylenmiş olmasının tabi ki ayırt edici vasfı var. BDP milletvekilleri söz konusu olduğunda şöyle düşünmek lazım bence. Bugünlerde aşırı uyumlu bir profil çizmek “sürüden ayrılma” jesti olarak yorumlanabilir. Onların da işi zor. Bu türden bir izlenimi kimse yaratmak istemeyecektir, eğer BDP’yi destekleyen kitleler nezdinde yerinizi korumak istiyorsanız. Meselenin bir kısmı da alışkanlıklarla ilgili. Bu gibi şeyler bugünden yarına değişecek türden şeyler değil. Milletvekilleri kitlelerin önünde, kongrelerde vs konuştuklarında bildikleri türden konuşmalara müracaat ediyorlar. Belki sürecin biraz zamanla içselleştirilmesini beklemek lazım, sürece zarar vermesi muhtemel açıklamaların daha azalması için. Ama ben genel itibariyle sürece olumlu etkisi olacak jestlerin daha fazla olduğunu düşünüyorum. Mesela Siirt’te bir kongrede Türk bayrağı yere düşüyor ve Gülten Kışanak konuşmasını tamamlamak için bayrağın asılmasını bekliyor. Ya da Osman Baydemir “Türk’ün Kürt’e Kürt’ün Türk’e kurşun atması haramdır” diyor. Ya da geçen iki yıl boyu Kürt illerinde neler yaşadık ama bakın iki aydır neredeyse buna benzer hiçbir eylem olmuyor, polisle çatışılmıyor. Yani benim gördüğüm, BDP tavanı tabana doğru mesajları aktarmış zaten. Ama 80 yıllık 30 yıllık tarih hiç yokmuş gibi bu işlerin bir anda kesilmesini beklemek de çok gerçekçi değil.


ULU-SOLCULARIN “KÜRT AŞKI” KARŞILIKSIZ KALDI


Son 5-6 yılda siyasi iktidar Kürt meselesinin çözümü için adım attıkça ulu-solcu kesimlerde ani bir “Kürt aşkı” zuhur etti. Bir yandan da Türklerle Kürtlerin hısımlığını değil hasımlığını vurgulayan, iki halk arasında husumet doğsun isteyen bir faaliyete girişildi, devletle konuştuğu uzlaştığı için PKK’yı “cezalandırma” hevesi gözlendi. Ulu-solcuların Kürt aşkını neye bağlıyorsunuz?


Samimiyetsizliklerine bağlıyorum. Ama bu aşkı abartmamak da lazım çünkü karşılıksız bir aşktı bu, bu aşkın büyük Kürt kitlelerinde karşılığı hiçbir zaman olmadı. İkincisi, bu aşkın tek sebebi ulusalcılar açısından AK Parti’ye duyulan nefretti, aşkın samimi bir tarafı yoktu, pragmatizme dayanıyordu. AK Parti’yi etkisizleştirmeyi ordu vesaire ile denemiş bir gelenek, bu destekten mahrum kalınca başka destekler aramaya çalıştı. Bu arayışta da en zinde görünen hareket Kürt hareketi olduğu için buraya yöneldi. Ama bu tümüyle pragmatik bir akılla icat edilmiş bir siyasetti. Oysa şunu görmek lazım: Kürt hareketinin devletle, AK Parti’yle çelişkisi gerçek bir çelişkidir. Laf olsun diye, gıcıklık olsun diye ortaya çıkmış bir çelişki değil. Dolayısıyla uygun araçlarla çözülebilir de bir çelişki bu. Kıyamete kadar devam edecek bir çelişki değil. Halbuki ulusalcılardaki AK Parti nefreti irrasyonel, kıyamete kadar sürecek bir nefret. Onun bir siyasi çözümü var gibi görünmüyor. Hâlbuki Kürt meselesinin bir siyasi çözümü var ve o yol oluşunca da Kürt siyasileri o yönde adımlar atmakta tereddüt etmiyorlar. O nedenle iki aktörün bir konjonktürel ve ulusalcıların tahayyülümdeki bir yan yana gelmişliği söz konusuydu, bu konjonktür ortadan kalkınca ve Kürt meselesinde çözümün işaretleri ortaya çıkınca ulusalcılar uzaklaştılar. Kendilerini kandırılmış hissediyorlar da diyemem. Çünkü zaten kendi kendilerine kapıldıkları, platonik bir aşktu bu.


“BU ADAM BU İŞİ ÇÖZEBİLİR” İMAJI GÜÇLÜ


AK Parti sözcüleri AB yolunda atılan demokratikleşme adımları da dahil, AK Parti’nin kurulduğu günden bu yana Kürt meselesinde çözüm niyetiyle hareket ettiğini, açılım politikalarının ve çözüm denemelerinin siyasi risk göze alarak yapıldığını söylüyorlar. PKK ve BDP çevreleri AK Parti’yi sorunu çözmek konusunda kararlı buluyor mu, bu anlamda hakkını teslim ediyor mu?


AK Parti’nin Kürt meselesiyle mesaisinde iki farklı dönem var, bir kere onu görelim. 2002-2007 arasında bu işe neredeyse hiç bulaşmayan bir AK Parti var. 2007’den sonra vesayet rejimiyle hesaplaştıktan sonra AK Parti, Kürt meselesinde bir pozisyon almaya başladı. AK Parti’nin meseleyle ilgilenmesini mümkün kılan1999’da kesilen çatışma sürecinin yeniden canlanıyor olması 2) AK Parti’nin vesayet rejimini geriletebilmesiydi. Ondan sonra da AK Parti bence bir aktörün gösterebileceği normal bir performans gösterdi. Biraz meseleyi etüt etmeye anlamaya çalıştı, bence yanlış etüt ettiği zamanlar da oldu ama yavaş yavaş işin hacmini doğasını giderek anlamaya başladı. Ki demin konuştuğumuz türden radikal adımlar geldi. Bu adımlar Kürt siyaseti tarafından ne kadar “takdir” ediliyor ya da anlaşılıyor meselesine geldiğimizde şunu görmek gerek. Orada ikili bir ruh hali var: İlkin, Leyla Zana’nın “bu işi Başbakan çözebilir” sözüne denk düşen bir ruh hali var. Çünkü Kürtler de görüyor ki Başbakanın yüzde 50 desteği var ve Başbakan Türkiye’de Kürt meselesinin hazırlayıcısı olan, bu meseleyi inşa eden statükoyu, bürokratik vesayeti epey zayıflattı. Dolayısıyla, Kürtler kafalarının bir yanıyla böyle bir Başbakan Kürt meselesini de çözebilir diye düşünüyor. Bir de PKK’lileri bunlar Zerdüşt, dinsiz vs türünden hakaretamiz ifadelerle niteleyen bir Başbakan, ya da sivil itaatsizlik eylemlerinin üzerine panzerleri salan bir İçişleri Bakanı’nın Başbakanı Erdoğan var. Zaman zaman bu imajlardan biri daha kuvvetli ya da zayıf hale geliyor. Bugünlerde Kürt sokağına çıktığınızda “evet bu adam bu işi çözebilir” imajı güçlü. Ama süreç işlemezse “Erdoğan’ın da ötekilerden farkı yok” imajı yine öne çıkacaktır.


CHP’NİN GEÇİCİ KÜRT İLGİSİ SAMİMİYETSİZ


CHP’ye geçmek istiyorum. Kılıçdaroğlu döneminde CHP meseleyi kabullenmek, kavramaya çalışmak ve inisiyatif almak konusunda bir çaba sarf ediyor gibi bir fotoğraf verdi. Lakin eski genel başkan Deniz Baykal geçen Salı, grupta CHP’yi fabrika ayarlarına geri çeviren bir konuşma yaptı ve Kılıçdaroğlu da evvelki söylemlerinin aksine bir tutum aldı. Durum bu ama CHP’nin sürece desteği olur mu, olursa ne olur, olmazsa bunun bedeli ne olur?


Uzun bir cevap gerekiyor: Kılıçdaroğlu’nun CHP’nin başına gelmesi ve meseleyle ilgilenir gibi görünmesinde, Kürt meselesine dönük samimi bir ilgiden ziyade “AK Parti karşısında nasıl olur da daha fazla oy alırız” gibi bir kaygı vardı. Dolayısıyla Kılıçdaroğlu’nun CHP’nin başına geldiğinden beri Kürt meselesine gösterdiği ilgi bana sorarsanız samimi bir ilgi değildi. Kürt meselesinin ciddi bir biçimde etüt edildiğini gösteren, AK Parti’yi zorda bırakacak türden daha ileri reformist bir CHP hiç olmadı. İlkin bunu tespit etmek isterim. İkincisi, CHP içinde “yenilikçiler” diye konuştuğumuz grubun öyle büyük etkinliği olduğu kanısında da değilim. Yenilikçiler denilen isimlerin ulusalcılardan daha “nitelikli” ve iyi siyasetçiler oldukları söylenemez. Dolayısıyla CHP’nin Kürt meselesindeki yenilikçi gibi görünen tutumu AK Parti karşısında alınmış olan o büyük yenilgiden sonra biz bu işten nasıl sıyrılırız sorusuna verilen acul bir cevaptan öte bir şey değildi. Böyle olmuş olduğunu zaten hem Baykal’ın ve Birgül Ayman Güler’in o konuşmaları yapabilmiş olmasında hem de Kılıçdaroğlu’nun Baykal’ın konuşmasından sonra verdiği cevapta görüyoruz. Başka türlü olsaydı Baykal o konuşmayı yapamazdı. Ve buna mukabil Kılıçdaroğlu Birgül Ayman Güler meselesindeki ve Baykal konuşmasından sonraki tutumlarını almazdı. Gördüğümüz üzere Kılıçdaroğlu’nun, yeni CHP’nin tüm politikası durumu idare etmeye, çıkan arızaları örtmeye dönük. Kılıçdaroğlu’nun bu süreci kararlılıkla yönettiğine dair hiçbir işaret yok. Ve bence daha vahimi, Kılıçdaroğlu ve yenilikçiler ulusalcılar kadar pozisyonlarına inanmıyorlar ve bu herkes tarafından izlenen, idrak edilen bir durum. Siyasette de bir şeye inanmıyorsanız ve o inancınızı insanlara aktaramıyorsanız bu işleri bırakmanız gerekir. Benim gördüğüm yenilikçiler yeni CHP fikrine zaten o kadar inanmıyorlar ve inanmadıkları şeyleri kitlelere aktarmak konusunda da hevesli ve becerikli de görünmüyorlar açıkçası.


MHP’NİN NE DEDİĞİNE DEĞİL NE YAPTIĞINA BAKALIM


MHP ve tabanına bakınca ne görüyorsunuz, sürece etkisi ne olur?


Öncelikle MHP tabanı ve tavanı ayrımı yapmak gerekir. MHP tavanının on yıllardır yapılagelen işlerden alınan tavırlardan farklı bir şey yapacağı yok. Ama tabanda bir büyük memnuniyetsizlik görünmüyor. Bunu tespit etmek gerekir. Başbakan MHP tabanına hitap etmeyi iyi biliyor. MHP tabanında her halde çok az insan Başbakanın Türkiye’nin menfaatlerini düşünmediğine inanıyordur, bilakis. İkincisi Kürt meselesinde MHP’ye ilişkin ölçülerimizi değiştirmemiz gerekiyor. Bence ölçü MHP’nin ne dediği değil ne yaptığıdır. Tabanını sokağa dökmeyen bir MHP Kürt meselesinde işe yarar, çözüme katkısı olan bir MHP’dir.


DERDE DERMAN ANAYASAYI AK PARTİ VE BDP YAPAR


Anayasanın yazımında ve referanduma götürülüşünde BDP ve AK Parti’nin işbirliği yapacağı görülüyor. Vatandaşlık tanımı ve başkanlık önerisi de bu bahse dahil. Görünen o ki bu iki tartışmalı konuda düğümü Cumhuriyetin kuruluş ideolojisi bakımından iki olağan şüphelisi çözecek. Bu, şüphesiz süreci işletip Türkiye’yi rahatlatacaktır ama her şey olup bittiğinde ne olacaktır?


Aslında son seçimlere bakıldığında da Türkiye’nin dertlerine derman olabilecek, Türkiye’yi reforme edebilecek anayasayı kimlerin yapabileceği belliydi. AK Parti ve BDP. Ama bu yola tevessül edilmedi. Başbakan biraz kendi popülaritesine, karizmasına da güvendiğinden olacak, CHP ve MHP ile de yeni anayasayı yapabileceğini düşündü ama bu süreçte bunun çalışmadığı anlaşıldı. CHP ve MHP’nin Başbakan’ın bürokratik vesayeti geriletmek ve yürütmenin gücünü artırmak yönündeki adımlarına hiçbir destek vermeyeceği belli oldu. Ortada bir BDP aktörü var ve görünen o ki, BDP Kürt siyasetinin temel talepleri olan kültürel ve siyasi hakların, anayasal düzeyde, tümüyle olmasa da bir biçimde tanınması karşılığında Başbakan’ın istediği türden bir başkanlık sistemine geçit verecek. Dolayısıyla iki parti açısından da bir yol açılmış gibi gözüküyor. Bu çalışır mı bilmiyorum, ben sürecin o kadar pürüzsüz ilerleyeceğini düşünenlerden değilim. Velev ki ilerledi, bu iyi bir netice olur mu, bundan da emin değilim. CHP ve MHP’yi bu kadar kökten biçimde dışarıda bırakan, yeni anayasa yapımına katmayan bir sürecin sonucunda ortaya çıkacak bir anayasa, bu sefer kendisi yeni problemler üretebilir.


PKK’nın silah bırakması, Türkiye’nin bu büyük sıkıntıdan kurtulması için kilidi açacak güce sahip iki figür var. Biri Erdoğan. Diğeri Öcalan. Ama sürecin bu kadar kişilere hele de sadece iki kişiye bağlı olması başka bir büyük sıkıntı değil mi? Çünkü “ölüm de var”.


Evet. Türkiye’de siyaset çok fazla kişiler ve karizmalar üzerinden yürüyor. Ama Kürt meselesi de canımızı çok fazla yaktığı için “çözülsün de, böyle çözülsün” diyecek noktaya geliyor insan. Bu noktadan sonra Kürt meselesi tümüyle demokratik mekanizmalar işletilerek çözülsün diyecek lüksümüz yok. Bu sebeple, herkes, çözecekse bunu Başbakan ile Öcalan çözsün diyor.

timetürk

 

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.