Modern devlet hayatın kendisine müdahale etti, modern devlet totaliter bir devlettir ve en totaliter devlet liberal devlettir. Faşizmin ve komünizmin siyasi teorisi kaba bir totalitarizmdir, elle tutulur, gözle görülür ve insanı rahtsız eden bir totalitarizmdir. Liberal devlet nüfuz ederek ve rafine yöntemlerle hayatı düzenleyerek insan hayatını tanzim etmesi bakımından totaliterdir. Bundan dolayı modern demokrasilerde sosyo-kültürel alanda çoğulculuk sağlanamaz, siyasette çoğulculuğun mevcut olması sistemin iyi olduğu anlamına gelmez. Modern demokrasiler de kendilerine özgü standartlar empoze ediyorlar. Standartlar değişmez ancak yönetim el değiştirir, merkez sağ, merkez sol, A Partisi, B Partisi, burjuva partisi, İşçi Partisi, Muhafazakar Parti, Dindar Parti, Hıristiyan Demokrat Parti vs... Fakat standartları ve bilim, teknoloji vaz eden temel kurgu değişmemektedir.
İslam dünyası bazı büyük kırılmalar yaşamıştır. İlk büyük kırılma Muaviye ile yaşandı. Emeviler tarafından Bizans monarşi geleneği... Muaviye Hz. Ömer'in Şam valisi olduğunda babasının da arkadaşı olan Bizans'ın eski Şam valisini kendi danışmanı yaptı. Eski Şam Valisi Serviliyanus, Muaviye'ye hem Bizans'ın idari yapısını hem de saray geleneklerini öğretti, bu gelenekler İslam'a dahil oldu. Bu ilk kırılmadır. Bu kırılmanın bariz özelliği profesyonel ordunun ortaya çıkmasıdır.
İkinci önemli kırılma Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'u fetih etmesidir. Fatih Sultan Mehmet İstanbul'u fethettikten sonra Emevi, Abbasi, Selçuklu geleneklerinde var olan hanedana dayalı yönetimi tüzel kişiliğe dönüştürdü. Reel politik olarak bu olumlu görülebilir... İdeal politikte kırılma ise, o güne kadar kendilerini bir hanedana nispetle tanımlıyordu, Abbas oğulları, Selçuk oğulları, Osman oğullarına nispetle tanımladıkları gibi.... Bir etnik ya da dini grup bir hanedana kendini nispet ettiğinde bu onu çok rahatsız etmezdi. Kişe rakip kişi, hanedana rakip hanedan olurdu. İslam tarihindeki savaşlar sınıf savaşı, özgürlük savaşı değildir. Beylerin iktidar kavgasıdır. Bir bey merkeze karşı ayaklanır, iktidar olmak ister. Ya da merkezi otorite/devlet zulmeder, o zaman adalet arayışında bulunurlar. Bizdeki savaşların esası eğer aşağıdan geliyorsa adalet arayışı, yukardan geliyorsa beyler savaşıdır. Celali isyanları bir adalet arayışının sonucudur. Fatih İstanbul'u fethettiğinde bir imparatorluk düşünüyordu. Fatih Sultan Mehmet, Osman Gazi ve Orhan Gazi'nin mensup olduğu dervişane hanedan geleneğinden, devlet sayılmayan ancak siyasi olarak güçlü olan modelinden, güçlü bir imparatorluk dizayn etti. Fatih dört ana damardan beslendiğini söylemek mümkün:
a) Hint-Mogol devlet geleneği, din devlet ilişkisini belirledi; devletin kutsal olması ve devletin dini koruması ve devletin meşruiyetini dinde bulması bu geleneğin mirasıydı.
b) Cengiz yasası, örfi hukuku temellendirdi, töreyi sistemin parçası haline getirdi. Töre hem idare hukukunda hem yerine göre sivil alanda şeriat’ın önüne geçti. Bu nedenle Osmanlı şeriat alanında adildir, siyaset alanında adil değildir. Örfi hukuk sultanın koyduğu yasaktır.
c) Arapların kılıç hakkı, yönetimi elde tutan kılıçtır, kılıcı elinde tutan ise siyaseti elinde tutmaktadır. Gece yarısı birisi akşam kılıçla yatağa gireni devirirse, yönetim onundur. Sabahleyin bir başka kılıç sahibi gece yarısı darbesini bastırırsa yönetim de onundur.
d) Bizans etkisi. Bizans Sarayı aracılığı ile Sezar-Klise modeli tevarüs edilmiştir. Hıristiyanlık tarihi “Tanrının hakkı Tanrıya Sezar’ın hakkı Sezar”a cümlesinin açılımıdır. Eğer bir yerde Tanrı Sezar'a hâkimse, yani kilise devlete hâkimse, orada teokrasi ve Katolik tarih tecrübesi vardır. Eğer bir yerde Sezar kiliseye hakim olup din devlet içerisinde örgütlenmişse, orada Bizans modeli vardır. Eğer bir yerde Tanrı ve Sezar birbirinden ayrılmışsa, burada Protestanlı ve laiklik vardır.
Fatih İstanbul’u fethedince ‘’Sezar’’ oldu. Sezar olduğu için hem Hıristiyan Kilisesini kendine bağladı hem de Şeyhülislamlığı ihdas ederek kendine bağladı. Bugün diyanet işleri başkanlığı da onun devamıdır. Tekrar belirtmek gerekir ki hem Osmanlı hem de Osmanlı’dan önceki Müslüman imparatorluklar sosyo-kültürel olarak adem-i merkeziyetçi ve çoğulcudur. Güçlü bir sivil toplum vardır, ama örfi hukuk ve kamu hukuku açısından ne İslamidirler ne de demokratiktirler.
Kanuni Sultan Süleyman bunun farkına varan padişahtır. Düzeltmek için diyor ki : “Padişah, Allah’a karşı sorumludur. Padişah, şer’i şerifi çiğneyecek olursa vüzera ve vükela onu hal eder.” Bu cümle padişahın üzerinde bir otorite olduğunu ifade etmesi açısından büyük öneme sahiptir. O otorite Allah’tır. Muasırı monarşilerde böyle bir anlayıştan söz edilemez. Monarkın zaten kendisi, vücudu da ruhu da kutsaldı. Bizde Şer’i şerif halife, sultan veya padişahın üzerindedir. Bizde “hukukun üstünlüğü” olarak niteleyebileceğimiz, hem padişahın hem de yöneticilerin üstünde bir hukuk söz konusudur.
Bu açıdan bakıldığında bizim anayasa yapmamız daha kolaydır. Bilincimizde, kolektif hafızamızda üst-hukuk vardır. Kanuni önemli bir fermanın altına imza attı, ama Şeriat’ı yani hukuku ihlal edecek olan padişahın nasıl tahttan indirileceğini göstermedi.