Allah’a hamd, Resulüne salat ve selam olsun.
Allah’ın izniyle geçen sayımızda konumuzdan kaldığımız yerden devam edeceğiz.
b-Cehennem ve kıyametin ürkütücü tabloları en temel inzar konusudur. Özellikle de Kur’an-ı Kerim’in son cüzlerinde bulunan surelerde insanı ürperten kıyamet sahneleri, “yakında bileceksiniz” fermanıyla hatırlatılan gelecek haberleri ile ruhta haşyet ve ürperti oluşturulur. Göz kamaştıran cisimlerin, büyük haber geldiğinde nasıl da dürülüp katlanacağı bildirilir.
Ayetlere gönlünü açanların önüne, dağların pamuk yığını gibi savruluşuna denk sarsılışlar sunulur. Kişi o muazzam sahnelerin tasvirini okurken o günde, o saatlerde iki farklı uçtan hangi tarafa yakın duracağının muhasebesine girer.
Kıyamet suresinde gözün kamaştığı, ayın tutulduğu, güneşin ve ayın bir araya getirildiği zaman “kaçacak yer nerede” dediği ifadeyle insanın içine düşeceği çaresizlik ortamı tasvir ediliyor.[1]
Şüphesiz Resulullah (sav) da hem bizzat Kur’an’daki bu sureleri okuyarak, hem de anlatarak inzar görevini hakkıyla yerine getirmiştir. Hatta ilk aleni inzarında da o günkü Mekke toplumundaki bir adetten istifade etmiştir.
Araplar, içlerinden biri bir tehlike sezdiği yahut ansızın hücuma geçip gaflet anındaki insanları ele geçirecek bir düşman hissettiği veyahut da kimsenin haberi olmadan pusu kuran bir hasmı fark ettiği zaman hemen bir dağın tepesine veya yüksekçe bir yere çıkarak en üst perdeden “Ya sabahah” diye haykırmayı adet edinmişlerdi. Bu haykırış üzerine halk korkuya kapılır, hazırlıklarına sarılır, alelacele büyük tehlikeyi veya hücuma geçecek olan düşmanı karşılamak için çıkarlardı.
Hal böyle olunca Resulullah (sav) en yakın tepeye, Safa’ya çıktı; bütün gücüyle, var kuvvetiyle “Ya sabahah” diye haykırdı. Etrafına toplanan Mekke halkına soy soy, isim isim hitap ederek önlerindeki büyük tehlikeyi duyurarak kurtuluş için onları İslam’a davet etti.[2]
Maalesef bugün de insanlar, önlerindeki büyük tehlikeden habersiz derin bir gaflet içerisinde oyalanıyorlar. “Ya Sabahah” diye haykırılmasına bugün de çokça ihtiyaç vardır. Sorumluluk davetçilerin omzundadır. Elden gelen tüm imkânları kullanarak davetçinin bu sorumluluğu yerine getirmesi ve bu büyük tehlikeye karşı insanları uyarması gerekmektedir.
c-Hiçbir insanın kurtulamayacağı ve duyarsız kalamayacağı “ölüm” gerçeği de önemli bir inzar aracıdır. Allah Resulü’nün “Lezzetleri acılaştıran ölümü çokça anınız” diyerek anmayı teşvik ettiği ölüm, düşünen herkes için ibret alınması gereken hayatın en mühim hakikatlerinden biridir. Bu sebeple de ölüm, davetçinin hem kendi nefsinin serkeşliklerine karşı, hem de başkalarını uyarmak için çokça başvurması gereken bir inzar vesilesidir.
Sonuç olarak diyebiliriz ki iman edenler için hem dünyada hem de ahirette nimet ve saadet vardır. İnkâr edenler için de aynı şekilde hem dünyada, hem de ahirette helak ve hüsran vardır. Bu hususu peygamberlerin insanlara anlatıp izah ettiği gibi davetçilerin de sürekli olarak anlatıp izah etmesi gerekmektedir. Çünkü bu da davetçilerin görevlerinden bir görevdir.
Konu ile ilgili şu hususlar da göz önünde bulundurulmalıdır.
-Özellikle Müslümanlara yönelik davette müjdeleme ile korkutma arasında bir denge gözetilmeli; bazen ondan, bazen de ötekinden bahsedilmelidir. Sadece korkutarak nefret ettirilmemeli, keza sadece müjdeleyip teşvik ederek insanların tembelleşip amelleri terk etmesine de yol verilmemelidir. Hz. Peygamber (sav)’in metodu da bu şekilde idi.[3]
-İmanın ve salih amelin ahiretten önce daha dünyadayken de kişiye fayda verdiği hususu özellikle tebliğde çokça dile getirilmesi ve vurgulanması gerekmektedir. Çünkü Üstad Bediüzzaman’ın da sıklıkla dile getirdiği gibi ‘Dünyayı ahirete bilerek ve severek tercih etme’ hastalığının yaygınlaştığı bu ahir zamanda insanlara; ahireti tercih ettikleri takdirde dünyayı tamamıyla bırakmaları gerektiği şeklinde bir telkinat insanların çoğu zaman dünyayı ahirete tercih etmesi sonucunu doğurabilir Allah muhafaza. Bu sebeple imanın dünyevi faydaları da yeterince anlatılmalıdır.
-Konu içerisinde de işlediğimiz gibi Kur’an-ı Kerim’de özellikle de medenî surelerde Müminlere verilecek mükâfat olarak cennet ile beraber ilahi hoşnutluktan da bahsedilmektedir. Bu sebeple de hususen Müslümanlara yönelik eğitim ve tebliğ faaliyetlerinde ameller sadece ceza ve mükâfat çerçevesinde işlenmemeli, bununla beraber Allah’a duyulması gereken sevgi ve O’nun rızası da ön plana çıkarılmalıdır.
Aynı şekilde geleneksel olarak yaşanan İslami değerlerin de asıl ruhu anlatılmalı ve şuurlu yapılması sağlanmalıdır. Aksi takdirde gelenek değiştiğinde onlar da değişir. Maalesef toplumumuzda bunu fazlasıyla görüyoruz. Gelenek olarak yaşanan birçok İslami değer küçülen dünyada, toplumlar arasındaki inanılmaz iletişim ve bunun sonucundaki etkileşim sebebiyle kısa sürede değişmekte ve unutulmaktadır.
-Geçmişte her peygamber helak edilmiş kavimlerden zaman ve mekân cihetiyle kendilerine en yakın olanıyla kavmini korkuturdu. Bugün ise gelişen teknoloji ve iletişimle binlerce yıl önce helak edilmiş kavimlerin izleri tespit edilip yok oluşları ile ilgili bulgulara ulaşılabiliyor. Dolayısıyla Kur’an-ı Kerim’in işaret ettiği kavimlerin acıklı sonlarının izleri hâlâ gözler önündedir. Bugün bu yerler bizzat dolaşılabileceği gibi konu ile ilgili resim, kitap ve belgesellere de ulaşılabilir. Malum olduğu üzere insanlar gözleri ile gördüklerinden daha çok etkilenirler. Bu sebeple helak edilen kavimlerin kıssaları, kitap resim veya belgesellerle somut hale getirilmeli; böylece tesirin artması sağlanmalıdır.
-Elbette ki kâfirler de insanlar kendilerine tabi olsun diye kimi vaadlerde bulunup tehdit ve korkutma yoluna gideceklerdir. Ancak onların vaadleri de, korkutmaları da dünya hayatıyla sınırlıdır. Vaadleri, yararlanılacak az bir metadır. Korkutmaları da sabredilebilecek ve sabrına karşılık da büyük bir ecir kazandıran geçici bir eziyettir.
Oysa Allah-u Teala’nın azabı büyüklüğü kadar büyüktür. İkramı da yine büyüklüğü nispetinde fazladır. Bilindiği gibi bir fakirin misafirine ikramı ile bir zenginin misafirine ikramı aynı olmayacaktır. Peki, tüm kâinatın maliki ve yaratıcısının ikramı nasıl olur? Yine normal bir şahsın düşmanlığına uğramakla bir yöneticinin hışmına uğramak farklı farklıdır. Ama bunlara kıyasla, âlemlerin Rabbi olan Allah-u Taela’nın azab ve ikabına uğramak Allah muhafaza nasıl olur? Bir de bunun ebedi olduğu düşünülürse…
O halde kâfirlerin vaadlerine de tehditlerine de ehemmiyet vermemeli, var gücümüzle Rabbimizi razı etmeye çalışmalıyız.
Davamızın sonu Allah’a hamd etmektir.
İnzar Dergisi
[1] Cafer Durmuş, Gelecek Bir Gün Gelecek, Altınoluk Dergisi, Sayı: 219
[2] Dr. Ahmet Önkal, Resulullah’ın İslam’a Davet Metodu, Sh: 86-87
[3] Abdulfettah Ebu Gudde, Hz. Muhammed ve Öğretim Metodları, sh: 193-194