Başka vesilelerde yazmıştım, bir daha yazayım; gerçekten “Tek yürek” olamıyoruz. Ülkemizde olsun İslam âleminde olsun bunun tarihe dayanan fıkhi, fikri ve ahlaki bazı sebepleri vardır. Bugüne ait bir mesele değildir. Ahlaki sebeplerden biri taassuptur. Şu kadarı var ki, biz bugün “tek yürek” olamamanın belki de en acı halini yaşıyoruz. Ama buna rağmen ümitsiz değiliz. Ve buna rağmen ümmetin parçalı duruma düşmüş çocukları arasında en vasat ve en adil olan olabilmek için ihlaslı çabalarımız ısrarla ve sabırla devam etmelidir.
Bu işte inat, hased ve tarafgirliğin, yani taassubun etkin bir rol oynadığı muhakkak. Değilse bu işgal, yıkım ve talan karşısında hangi yürek ayrı veya sessiz kalabilir ki?...
Bediüzzaman inat, hased ve tarafgirliğin kine, nifaka, şikak ve adavete sebebiyet verdiğini söyler. Hal-i pürmelalimiz bunu anlatmakta zaten. Bu açıdan uhuvvet ve ihlas risalelerinde onlarca ayet ve hadisten süzülmüş tespitler önemlidir. Bunların genel veya özel programlarımızda faydalı pratik bir anlayışa dönüştürülmeleri mümkün ve bence gereklidir de...
Merkezi menba olarak belki de biz bunun en iyisini yapmaya gayret ediyoruz, buna inanıyorum. Yalnız bunun muhite, çevreye tabana tesiri nasıl ona bakmak lazım. Bize inanan, güvenen kardeşlerimize yansıması nasıl, tesiri oluyor mu, oluyorsa ne derece oluyor, bunları bilmek ve yakından izlemek gerekir…
Taassuptan yakınanlar daha çok başkalarının taassubunu kastederek yakınıp konuşurlar. Oysa kendimizi merkeze koyarak konuşmamız daha faydalı olabilir. Mesela kendimize sorabiliriz, dışımızdaki birçok grup, cemaat ve harekette müşahede ettiğimiz şahıs, mezhep ve cemaat taassubunun acaba ne kadarı bizde bulunur veya ne kadar etkisi altındayız? Normalde kendimizi mutedil ve vasat biliriz ama gerçekten çizgide miyiz ya da ne kadar bu çizgiye yakınız? Bunu her grup veya cemaat kendine sorabilir… Ve hakkaniyete yakınlaştıracak şey, bu sorulara verilecek insaflı cevaplardır.
Hakkı arama ve bulma noktasında İmam-ı şafinin usul niteliğinde bir sözü var. Der ki; ‘hak benim ağzımdan da düşmanımın ağzından da çıksa, bunu önemsemeden kabul ederim' müthiş bir söz! Ama mesele şu, birey ve toplum olarak özellikle, hak adalet talibi grup ve cemaatler olarak biz bunun neresindeyiz, bunu soralım kendimize. Bunun doğru cevabı da hakkaniyetle aramızdaki mesafeyi belirleyebilir.
Ve üstadın şu ifadesi: “sen mesleğini ve efkârını hak bildiğin vakit mesleğim haktır veya daha güzeldir.” Demeye hakkın var fakat “hak yalnız benim mesleğimdir.” Demeye hakkın yoktur.
Hakperest ve adil bir anlayış… Çoğumuzun da belki de ezberinde bu söz, ama Allah için söyleyiniz, uygulamada, amelde ve hatta kalpte nasılız, nerde duruyoruz? Yanlış anlamayın, konuşmayalım demiyorum, konuşalım ama gerçekten amel ve pratiğe geçirmeye daha fazla ihtiyacımız vardır…
Farklılıklara değil, taassuptaki tehlikeye dikkat çekiyoruz. Çünkü ‘‘ tek yürek '' olmanın önündeki en zararlı engel odur.
Şahıs, mezhep ve cemaat taassubunun gruplar arası ilişkilere yansıması ve yansıma dereceleri de birbirinden farklı olabilir, fakat hepsi zarar, hepsi uzaklaştırıcı ve Allah muhafaza hepsi düşman ettirici özellikleri barındırmakta.
Mesele o grup, bu cemaat ya da şu millet meselesi değildir, mesele ümmettir, Suriye'dir, Irak'tır, Filistin'dir, Türkiye'dir, Arakan'dır ve hâkeza...
Sonuç olarak kendimize bakmak durumundayız. Zafiyetlerimizi ortadan kaldırıp yerine Allah'ın rızasını ikame etiğimiz ölçüde gerçek kardeş, adil hakem ve İnşallah tek yürek olabileceğiz... Ve olabiliriz de.
Fiemanillah.