Adıyaman’ın Kâhta ilçesinin kuzey doğusunda uzanan sıra dağların en yüksek noktasında doğu ve batı tarafı dev heykellerle dolu büyük bir tümülüs yer alır. Tümülüs çevresinde 1950’lerden sonra yapılan arkeolojik kazılardan sonra buraya “Nemrut Dağı” adı verilmiştir. Bu adlandırmanın yörenin bütün Kürtçe isimlerinin değiştirilmesi kapsamında yapıldığını düşünüyorum. Yoksa buranın Nemrut ile bir ilişkisinin olmadığı bellidir.
Antik dönemden kalıntıların olduğu Nemrut dağına o yıllarda otomobil ile ulaşım imkanı yoktu. Dolayısıyla tümülüsü görmeye gelen yabancı turistleri, binek hayvanları ile dağa çıkarıyorduk. Güneşin doğuşunu seyretsinler diye geceden yola çıkar ve aşırı rampalı keçi yolunu ancak dört saatte kat edip dağın zirvesine ulaşabilirdik.
Yaz aylarında hemen her gün dağın başında olurduk. Gelen yabancı turistlerin hal ve hareketlerine, davranış biçimlerine de aşina olmuştuk artık. Hangi turistin hangi memleketten olduğunu anlardık. Kimilerimiz dillerini bile konuşur olmuştu. Katırlarla dağa çıkardığımız bu turistlerden aldığımız ücret o günün şartlarına göre fena sayılmazdı. Köyümüz(Eski Kâhta) ekonomisi için de önemli bir kaynak durumundaydı.
Şimdi sizlere asıl anlatmak istediğim konuya geleyim. Bir gün yine bir gurup turisti katırlara bindirip yola çıktık. Altı kişilik bir gruptu. Normalde her turist bir katır kiralar ve ona binerdi. Bu grup açıkgözlülük yapmış, altı katır yerine dört katır kiralayıp yolda sıra ile binmeye çalışınca biz tepki göstermiştik. Bu şekil davranmaları hoşumuza gitmemiş ve buna engel olmaya çalışınca gurupla aramızda bir tartışma olmuştu. O tartışmanın verdiği gerginlikle zirveye vardık. Turistler gezilerini tamamladıktan sonra sıra kahvaltı yapmaya gelmişti. O dönem dağın zirvesinde hiçbir tesis filan da yoktu. Biz, evden yanımıza aldığımız yiyeceklerimizi çıkarıp yedik. Turistler ise beraberlerindeki küçük konserve kutucuklarındaki yiyeceklerini açıp yemeye başladılar. Onlar yemek yerken, bizim gözlerimiz de boşalacak konserve kutularına kilitlenmişti. Çünkü boşalacak o boş kutucukları alacaktık. O dönemde böylesi kutular evde bir iş için kullanılabilirdi. Boşalacak konserve kutucuklarını almak için hazırlanmışken hiç beklenmedik bir olayla karşılaştık. Bu hepimizi şaşırtmış ve gavur Avrupalının biz Müslümanları ne kadar çekemez, sevmez olduğu yorumunu yapmıştık.
Peki ne oldu?
Yemekten sonra grubun içinden biri, ayağıyla bizim almak için hazırlandığımız kutucukları ayaklarıyla tepeleyerek ezdi. Onun kutucuklara indirdiği her tekme sanki başımıza iniyordu. Hepimiz ‘gavura bak sen… biz onları almayalım, kullanıp yararlanmayalım diye böyle yapıyor’ yorumunu yaptık.
Kutucukları ezen gavur bu defa onları toplayıp aldı ve oturduğumuz yerden uzaklaştı. Tabi ki gözlerimiz onu takip ediyordu. Adam biraz ilerleyip gözden kaybolunca, acaba ne yapacak diye peşinden gittik. Bir de ne görelim, almak için can attığımız o kutucukları elleriyle eştiği bir çukura bırakıp üstünü kapattı. Bunu görünce herifin ne hınzır bir gavur olduğuna dair kanaatimiz iyiden iyiye pekişti. ‘Ya, gördünüz mü gavuru! Belki o ezilmiş haliyle bile o kutucukları alabileceğimiz ihtimaline binaen onları gömüp sakladı’ yorumunu yaptık. Epey kötü laflar da edip rahatlamaya çalıştık.
Bu olayı 2018’de görevli olarak gittiğim Hac’da Arafat ve Cemarat’daki manzarayı görünce hatırlamış ve yazmıştım. Şimdi memleketimdeki mesire alanları ve tarihi mekanlarında gördüğüm korkunç manzara bana bu olayı tekrar hatırlattı ve bunu yeniden yazmaya sevk etti.
Elli yıl önce o gün bir yabancının dağın başında yaptığını anlayamayışımız cehaletimizdendi belki. Zira o dönem mektep medrese, iletişim, medya bu kadar yaygın değildi. Peki ya şimdi? İnsanlarımızın çevrelerini kirletmelerini nasıl izah edeceğiz?
Bir açık hava müzesi olan memleketimin her köşesi çöp dolu. Tarihi eserlerin etrafı piknikçilerin istilası altında. Romalılar döneminden kalma Cendere köprüsünün etrafı tam bir fecaat. Haydi bu vatandaş yaptığının farkında değil diyelim, ya ilgili ve yetkililerin umursamazlığına ne diyeceğiz? Yıllar önce bu tarihi alanı yabancıların yağmalamasına terk eden devlet şimdi de oraları piknikçilerin insafına terk ediyor.
Bir memleketin çevreye verdiği değer, o memleketin insanlık, hak-hukuk ve medeniyet açısından da ne durumda olduğunu gösterir. Bizim insanlar neden evlerini kirletmezler de sokaklarını kirletirler? Neden evlerinin balkonlarına çiçek ekerler de dağlarındaki ormanı yakarlar? Neden mutfaklarındaki çöpleri misafir odalarına bırakmazlar da, parkta otururken yediklerinden arta kalanı ve çöplerini üç metre yakınlarındaki çöp bidonuna değil de olduğu yerde bırakırlar?
Memleketin güzel yollarında pahalı arabalarla seyreden kişilerin seyir halinde yola çöplerini attıklarını görünce ne diyeceğimi bilemiyorum. Şimdi elimizi vicdanımıza koyup kendimize soralım: Biz çevreyi koruma hassasiyeti noktasında nerede duruyoruz?